Özellikle savaş ve çatışma dönemlerinde veya siyasi bir kriz veya toplumsal gerilim anlarında, gazetecilerin kalemleri, klavyeleri ve kameraları sadece olayları aktarmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal hafızayı ve algıyı da şekillendirir. Özellikle sosyal medyanın haberdar olmak için en çok başvurulan yer olduğu bir dönemde gazetecilerin yaklaşımı, meselenin gidişatı yönünde de kanaat oluşmasını sağlar. Ya çatışmaları kışkırtır ve oluşan kötü bilançoya ortak olur ya da tam olarak işinin gereklerini yapar ve kötü bir bilanço oluşmasına ve dolaylı olarak suç ortaklığına engel olmaya çalışır.

Norveçli bir sosyolog ve matematikçi ve modern barış ve çatışma çalışmaları disiplininin kurucularından kabul edilen ve Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (PRIO) kurucusu Johan Galtung’un en önemli katkılarından biri, şiddet kavramını genişletmesidir. Ona göre şiddet sadece fiziksel değildir. Galtung iki temel şiddet türünü tanımlamıştır: Doğrudan Şiddet: Fiziksel zarar verme eylemidir. Savaş, cinayet, işkence gibi somut ve görünür eylemleri kapsar. Bireyler tarafından gerçekleştirilir. Yapısal Şiddet: Toplumsal kurumların ve yapıların neden olduğu, insanların potansiyellerini gerçekleştirmesini engelleyen sistematik baskılardır. Açlık, önlenebilir hastalıklar, yoksulluk, ayrımcılık ve sosyal adaletsizlik gibi olgular yapısal şiddetin sonucudur. Bu şiddet türü, faili belli olmayan ve sisteme içkin olduğu için daha az görünürdür. Galtung, gerçek barışın sadece doğrudan şiddetin olmaması değil, aynı zamanda yapısal şiddetin de ortadan kalkması anlamına geldiğini savunur.

Johan Galtung, 1970’lerde geliştirdiği bu teorileri, 1990’larda gazeteciler Jake Lynch ve Annabel McGoldrick ile birlikte “Barış Gazeteciliği” adı altında habercilik pratiğine uyarladı. Amaç, geleneksel “savaş gazeteciliği”ne bir alternatif sunmaktı. Barış gazeteciliği, bir gazetecilik türü olmaktan ziyade, olaylara bakış açısı ve çerçeveleme biçimidir. Temel felsefesi, habercinin çatışmada taraf olması değil, çatışmanın kendisini ve şiddeti yeniden üreten dil ve habercilik pratiklerinden kaçınmasıdır. Galtung’a göre, medya sadece bir “savaş aracı” değil, aynı zamanda potansiyel bir “barış aracı”dır.

Özellik

Savaş/Geleneksel Gazetecilik

Barış Gazeteciliği

Odağı

Çatışmanın kendisi, “kazanan-kaybeden”

Çatışmanın çözümü, uzlaşı arayışları

Dili

Düşman imgeleri, “biz/onlar” ayrımı, duygusal ve savaş jargonu

Uzlaştırıcı, nötr, çözüm odaklı bir dil

Perspektifi

Genellikle çatışmanın sadece bir tarafının bakış açısı

Tüm tarafların perspektiflerine yer verir

Zamanı

Anlık, kısa vadeli zafer/kayıplar

Uzun vadeli sonuçlar, barışın inşası

Görünürlük

Sadece fiziksel şiddet ve görünür mağdurlar

Yapısal şiddet, travma, sıradan insanların hikâyeleri

Çözümler

Çözümleri sadece liderlere ve askerî zaferlere bağlar.

Savaşın dışında seçenekleri dışlar.

Sivil toplumun, tabanın barış girişimlerini de haber yapar

19. yüzyılda modern gazeteciliğin temellerinin atıldığı günden bugüne, yaşanan bütün savaşlarda gazetecilerin savaşa olumlu veya olumsuz katkıları oldu, oluşan bilançoda da payları oldu. Gazeteciliğin orduya entegre bir güç ve propaganda aracı olarak kullanıldığı 1. ve 2. Dünya Savaşlarını saymazsak, Vietnam Savaşı (1955-1975), gazetecilikte bir dönüm noktasıdır. Televizyonun yaygınlaşmasıyla, savaşın vahşeti ilk kez Amerikan halkının evlerine kadar girdi. Bu durum, kamuoyunda büyük bir tepkiye ve savaş karşıtı hareketin güçlenmesine yol açtı. Bazı çevreler tarafından, medyanın savaşı kaybettirdiğini iddia etse de bu dönem, gazeteciliğin özellikle tarafsız gazeteciliğin etkisi açısından önemlidir.

Yakın zamanda ise Irak Savaşı, Bosna Savaşı gibi ve Suriye Savaşı, İsrail’in Gazze saldırılarında da medyanın savaşların başlaması, yayılması ve uzamasında ciddi etkileri olmuştur. Hatta 2003 Irak Savaşı’nda, ilişik gazetecilik denen bir kavram gündemi epeyce meşgul etmiş. Bu savaşta yüzlerce gazeteci askerî birliklere iliştirilmiş ve haberleri bu şekilde aktarmıştı. Bu uygulama, gazeteciliğin tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda büyük tartışmalara yol açmış. Bunu eleştirenler, bu gazetecilerin savaşı "Amerikan askerinin gözünden" anlatarak savaşın gerçek yıkıcılığını ve sivil kayıplarını perdelediğini savunmuştu. 1994 Ruanda Soykırımı öncesinde, RTLM (Radio Télévision Libre des Mille Collines) gibi medya organları, Tutsilere karşı Hutuları kışkırtan, nefret söylemini yaygınlaştıran yayınlar yaparak soykırımın zeminini hazırlamış, soykırımda direkt suç ortağı olmuşlardı.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı ve İmralı’ya görüşme sonrası silah yakmayla başlayan yeni süreç, “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”yla yol alıyor. Komisyona İYİ Parti hariç Meclis’te bulunan partilerin tamamı katılım sağlıyor. Komisyondaki siyasi partilere bakınca temsiliyet açısından ülkenin büyük bir kısmının çözüm noktasında sürece dâhil olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Fakat bu yüksek temsiliyetin medyaya yansıması pek o kadar da yüksek değil. Hatta kendini iktidara karşı muhalif olarak tanımlayan medyanın büyük bir kısmı süreç karşıtlığını gizlemiyor ve özellikle süreç konusu gündeme geldiğinde ekranlarını veya köşelerini süreç karşıtı komplo teorisyenlerine, çatışma isteyen eski askerlere açmaktan çekinmiyor. Düşman gördükleri tarafın açıklamalarını cımbızlayarak gündeme getirip, süreç karşıtı yapıların da desteğiyle toplumda gerilim oluşmasına ve çözüme karşı şüphe uyanmasına neden olabiliyorlar.

Bir önceki çözüm sürecinin barış gazeteciliği yapan, sürecin sona ermesiyle işsiz kalan, soruşturmalara ve baskılara uğrayan gazetecilerin yeni başlayan sürece mesafeleri ve suskunlukları belki anlaşılır ama onların dışında kalan gazetecilerin suskunluğu oldukça düşündürücü. Yeni başlayan süreçte, bazı süreç karşıtı siyasi partilerin ve onlara ideolojik yakınlık duyan gazetecilerin süreç karşıtı açıklamaları dikkat çekerken, barış gazeteciliği yapan birçok ismin sessizliği düşündürücüdür. Bu durum, gazeteciliğin iki temel eğilimi olan “savaş gazeteciliği” ve “barış gazeteciliği” arasındaki ayrımı bir kez daha gündeme getiriyor.

Son günlerde, muhalefet destekçiliğiyle ekonomik güç devşiren, bunun popülerliğiyle birer sosyal medya fenomenine dönüşen ve ırkçı yapılarla derin bağlantıları olan bazı gazetecilerin, yeni başlayan sürece ilişkin tam da savaş gazeteciliğinin gereklerini harfiyen yerine getirmeye başlamaları, toplumun barış içinde bir arada yaşama çabalarına karşı da ciddi bir risktir.

Savaş gazeteciliği, genellikle çatışmanın taraflarından birini merkeze alır, düşman imgeleri yaratır, zafer ve kayıplar üzerinden ilerler. Barışın sonuçlarına değil, bölünme, gizli proje gibi komplo teorilerine odaklanır. DEM Parti’nin Meclis’teki partilerle birlikte Meclis’te verdiği fotoğraf üzerinden veya Pervin Buldan’ın açıklamalarından kendilerine uygun malzeme çıkararak, barış ile ilgili toplumda şüphe yaratmaya çalışırlar. Bu yaklaşım, geniş kesimlerde bir “biz” ve “onlar” ayrımı pekiştirir, düşmanlığı körükler. Savaş gazeteciliği, sorunun çözümüne ilişkin tek çözümün ölüm ve çatışmanın sürmesi olduğuna ilişkin fikirlerini gizlerler. Bu, algının oluşmasına dolaylı olarak katkı sunarlar.

Bugün, “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” ile başlayan yeni diyalog arayışında, barış gazeteciliği perspektifine sahip birçok gazetecinin sessiz kalması veya temkinli davranması anlaşılabilir bir durum olsa da sorgulanması gerekir. Bu sessizlik, geçmişte benzer süreçlerde yaşanan kırılmaların, iktidara güvensizliğin, medya üzerindeki baskıların veya taraflardan gelecek eleştirilerden çekinmenin bir sonucu olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, barış gazeteciliği “tarafsızlık” değil, “hakikati anlatma” sorumluluğu üzerine kuruludur. Barış ile oluşacak demokratik bir ortam, baskıların azalmasına, gazeteciliği istedikleri şekilde yapmalarına da olanak sağlayacaktır.

Barış ve çözüme yönelik girişimlerde, tarafların gizli ajandaları, farklı beklentileri, samimiyetsiziliği ve hatta kandırma girişimleri de olabilir. Gazetecilerin görevi, bu şüpheler gerekçesiyle savaş ve çatışma süreçlerini yeniden başlatma değil, çatışmaların bilançosunu ortaya koyup, topluma barış ve demokratik bir sürecin getirilerini anlatıp, tarafları tam da toplumun istediği noktaya çekmek, barışa ve demokratik bir atmosfere, toplumsal destekle buna razı olmaya zorlamaktır.

Sonuç olarak, mikrofon ve kalem, klavye ve hatta akıllı telefonlar, birer silaha dönüşebileceği gibi, birer uzlaşı aracı da olabilir. Mevcut sürecin başarısı, yalnızca siyasi iradenin hamlelerine değil, aynı zamanda gazetecilerin bu zorlu dönemeçte nasıl bir sorumluluk üstleneceğine de bağlı olacaktır. Tarih, savaş naralarının değil, barışın inatçı ve sakin sesini kaydeden gazetecileri haklı çıkaracaktır.