Berlin Duvarı'nın 1989 yılında yıkılması ve Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılması, bazı düşünürler tarafından dünyanın tek kutuplu hale geldiği ve kapitalizmin zaferini ilan ettiği şeklinde yorumlanmıştır. Küreselleşmecilik olarak adlandırılan bu akım, ticaretin ve finansal işlemlerin önündeki bürokratik ve korumacı engellerin kaldırıldığı, dünyanın küresel bir köy haline geleceği fikrine dayanıyordu. 1990’lardan itibaren bu yaklaşım, siyasetten ekonomiye, kültürden sanata kadar pek çok alana sirayet etti ve ulus-devlet paradigmasının önemini yitirdiği iddia edildi. Devletler arasındaki sınırlar gevşetildi, enformasyon teknolojilerinin gelişmesiyle zihinsel ve kültürel sınırlar büyük ölçüde ortadan kalktı.
Ancak 2008 küresel ekonomik krizi ve sonrasında yaşanan süreç, neoliberal küreselleşmeci paradigmanın zaaflarını ortaya çıkardı. Finansal ve ticari hareketlerin sınırsız ve kuralsız olması, devletin ekonomik düzenleyici rolünün daraltılması, kamu teşebbüslerinin özelleştirilmesi, güvencesiz istihdam koşullarının yaygınlaşması ve kemer sıkma politikaları toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdi. Bunun yanı sıra, Ukrayna, Ortadoğu, Afrika ve Asya’daki çatışmalar nedeniyle artan mülteci akını, Batı’da yabancı düşmanlığını ve aşırı sağın yükselişini tetikledi. Bu süreç, liberal demokrasinin mevcut siyasi ve toplumsal sorunları çözmede yetersiz kaldığı yönündeki görüşleri güçlendirdi ve daha otoriter, korumacı, milliyetçi politikaları savunan aşırı sağ hareketleri öne çıkardı.
Woke İdeolojisi ve Kimlik Temelli Hareketler
Bu dönemde sol liberal çizgide gelişen "woke" ideolojisi, toplumsal adalet, kimlik hakları ve kültürel duyarlılığı ön plana çıkaran bir akım olarak yaygınlaştı. Irk, cinsiyet, cinsel yönelim gibi konular ekseninde eşitlik talepleri, sosyal hareketlerin ana gündemi haline geldi. Ancak ekonomik eşitsizlik ve sınıfsal sorunların ikinci planda kalması, bu yaklaşımın geleneksel sol tabanda sorgulanmasına yol açtı. Kimlik temelli politikaların aşırı sağın elini güçlendirdiği, sınıf siyasetinin geri plana itilmesi nedeniyle ekonomik eşitsizlikleri hedefleyen bütüncül çözümler üretilmediği eleştirisi giderek yaygınlaştı.
Solun Yeni Paradigması: Sınıf Temelli Mücadeleye Dönüş
Sol partilerin bu yeni paradigmaya ve aşırı sağ hareketlere karşı daha radikal söylemler geliştirmesi, kimlik eksenli liberal paradigmadan uzaklaşarak tekrar sınıf söylemine sarılması gerekmektedir. 20. yüzyıldaki ağır sanayi işçilerine dayalı sınıf yapısının değişmesi, hizmet sektörü çalışanlarının sayısının artması, geleneksel örgütlenme yöntemleriyle bu kesimlere ulaşmayı zorlaştırmıştır. Tek bir komplekste binlerce işçinin çalıştığı fabrikaların yerine, küçük hizmet sektörü işletmelerinde çalışan bireylerin sınıf aidiyetini oluşturmak daha zor hale gelmiştir. Beyaz yakalı olarak adlandırılan hizmet sektörü çalışanları, toplumsal sınıf piramidinin en alt kesimindeki yerini genişletmiş, ancak eğitimli ve okuryazar olmaları nedeniyle mevcut durumlarını geçici görme eğiliminde olmuşlardır.
Sol partiler, bilgi ve iletişim teknolojisinin sunduğu imkanları örgütlenme ve siyasi bilinç aşılama doğrultusunda kullanmalı, yükselen yeni siyasi paradigmaya karşı kamucu, planlamacı ve devletin ekonomik hayata müdahil olduğu bir anlayışı benimsemelidir. Küreselleşmeci çizgiye ve radikal sağın yükselişine karşı daha ulusal, bağımsızlıkçı ve sınıf paradigmasını güçlendirecek politikalar üretmelidirler. Geleneksel küresel kutuplar yerine, daha bağımsız hareket eden bir ülke inşa etmek için mücadele edilmelidir. Böylece sol, neoliberal küreselleşmenin açtığı yaraları sararak, sınıfsal çelişkileri ön plana çıkaran ve geniş emekçi kesimlerle bağ kuran yeni bir siyasal vizyon oluşturabilir.