Sovyetler Birliğine bağlı Kızıl Ordu’nun, 9 Mayıs 1945’te Berlin’i tamamen ele geçirerek Nazi rejimini kayıtsız şartsız teslim olmaya zorladığı gün, dünyanın birçok yerinde Zafer Günü olarak kutlanmaktadır. 9 Mayıs’ta kazanılan zafer, dünyayı büyük bir yıkımdan, insanlık dışı bir rejimden ve faşizmden kurtarmıştır. Hitler faşizmine karşı muazzam bir direniş sergileyen Sovyetler Birliği, 25 milyon kayıp vererek İkinci Dünya Savaşı’nın en ağır bedelini ödemiştir. Bu büyük fedakârlık, savaşın kazanılmasında belki de en büyük katkıyı sağlamıştır. Soğuk Savaş’ın başladığı dönemden itibaren Sovyetler Birliği’nin savaştaki rolü ve ödediği bedeli itibarsız kılmak, hatta totaliter rejimler başlığı altında Hitler faşizmiyle eş değer göstermek için her türlü manipülatif araç kullanılıyor. Bütün bunların yetmediği yerde de tarihi gerçekler ters yüz edilmeye çalışılıyor. Birçok olay bağlamından koparılarak ele alınıyor. Hangi ideolojik önyargılarla bakılırsa bakılsın, tarihin özünü kimse değiştiremez.
Savaş süreci boyunca ve hatta 1947 yılına kadar süper güçler olarak anılan ülkeler arasında inşa edilen müttefik hukuku, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte yerini düşmanlık hukukuna bırakmıştır. 1947’ye kadar Sovyetler Birliği’nin lideri Stalin, ABD kamuoyunda kurtarıcı olarak görülürken, Amerikalı diplomat George F. Kennan’ın Moskova’dan gönderdiği “Uzun Telgraf” ile işler bambaşka bir aşamaya evrilmiş ve bu belge, Soğuk Savaş’ı başlatan bir dönüm noktası olarak kabul edilmiştir.
Soğuk Savaş’ın başlamasında önemli bir rol oynayan Uzun Telgraf (Long Telegram) olayı, 1946 yılında ABD’nin Moskova Büyükelçisi George F. Kennan tarafından Washington’a gönderilen 8.000 kelimelik bir telgraftır. Bu telgraf, Sovyetler Birliği’nin dış politikasını ve ideolojisini analiz ederek, ABD’nin Sovyetler’e karşı izlemesi gereken stratejiyi öneriyordu. Kennan, telgrafında Sovyetler Birliği’nin komünist ideolojisi ve yayılmacı politikaları nedeniyle ABD ve Batı dünyası için bir tehdit oluşturduğunu savunmuştur. Bu tehdide karşı ABD’nin “çevreleme” (containment) politikasını benimsemesi gerektiğini vurgulamıştır. ABD’nin militarist politikalarını meşrulaştırmak ve kamuoyunu Soğuk Savaş’a hazırlamak için kullanışlı bir araç olan bu belgenin manipülatif içeriği hala tartışma konusudur.
Anti-komünist histeriler üzerine kurulu Soğuk Savaş Doktrini kapsamında, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki rolü küçümsenmeye çalışılmış, hatta Molotov-Ribbentrop Paktı olarak bilinen Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı ile Sovyetler ve Nazi rejimi arasında bir işbirliği görüntüsü sunulmaya gayret edilmiştir. Bu yaklaşım hala varlığını sürdürmektedir. Oysa bu paktın hangi koşullarda, ne amaçla ve hangi taktiksel hedefler doğrultusunda imzalandığı açıkça bilinmesine rağmen, Sovyetlerin 25 milyon insanını kaybettiği ve Nazilerin Moskova önlerine kadar dayandığı gerçeği ortadayken, bu söylem oldukça temelsiz, hatta vicdansız bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Benzer şekilde Sovyetler Birliği’ni, totaliter rejimler başlığı altında nasyonal sosyalizm ve faşizm ile eş değer göstermeye yönelik ideolojik saldırılar da Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı’nın kazanılmasındaki rolünü küçültmek ve direnişi itibarsız kılmak için ortaya atılan Soğuk Savaş argümanlarıdır.
Aynı Batı, örneğin Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yapılan ve Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya verilmesini öngören Münih Antlaşması’nı hiç gündeme getirmemektedir. Hitler’in yayılmacılığını hafife alan, hatta görmezden gelen dönemin İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’i asla kınamamaktadırlar. Naziler teslim olduktan sonra, sırf sivil halka gözdağı vermek ve tercihlerinden dolayı ibret olsun diye Dresden başta olmak üzere birçok Alman kentinin üzerine yangın bombaları atarak binlerce sivilin ölümüne neden olan ABD Ordusu Hava Kuvvetleri ve Britanya Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin saldırısını görmezden gelmektedirler. Atom bombalarıyla yerle bir edilen Nagasaki ve Hiroşima’ya yönelik saldırı da, asla meşru savunma sınırları içerisinde gösterilemez.
Kızıl Ordu’nun İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nı yenilgiye uğratmasının 80. yıl dönümünü anmak üzere Berlin’deki üç Sovyet Anıtı’ndaki etkinliklere Berlin polisinin yasakları damga vurdu. Bu yasaklar yukarıda bahsettiğimiz paradigmanın bir uzantısıdır. Berlin polisinin Sovyet bayrakları, amblemleri ve anti-Nazi şarkılarını yasaklayarak Zafer Günü etkinliklerini kısıtlaması, Soğuk Savaş döneminden kalma hastalıklı bir kafa yapısıdır. Ancak tarihsel bir gerçek olan Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı zaferdeki belirleyici rolü, hiçbir yasakla inkar edilemez. Berlin polisinin bu tutumu, insanlığın faşizme karşı kazandığı büyük zaferin anısını zedelemeye ve tarihin özünü değiştirmeye yönelik gerici bir girişimdir.
Hiçbir yasağın, tarihin bu büyük gerçeğini gölgelemeye gücü yetmez. Zafer Günü, faşizme karşı insanlığın ortak zaferini sonsuza dek yaşatacaktır.