Tarihte kimi iktidarların kendi toplumlarını anlamak yerine, o topluma giydirmek istedikleri elbiselerin peşinden koştuğunda nasıl ağır bedeller ödendiğini gösteren örnekler vardır. İran’ın yakın tarihi, bu örneklerin en çarpıcı olanlarından biridir.

Şah Rıza Pehlevi, kendini “modern Pers kralı” olarak konumlandırırken, Ahemeniş ve Sasani imparatorluklarının ihtişamını yeniden diriltme hayaline kapıldı. Bu hayranlık, ülkenin çoğunluğunu oluşturan etnik, mezhepsel ve kültürel grupların kimliklerini bastıran bir devlet aklına dönüştü. Toplumsal dokuyu taşıyan çoğulluğu görmezden gelen, kimlikleri tek tipleştirmeye çalışan bu yaklaşım; geniş kesimlerde derin bir kırgınlık ve kopuş yarattı.

Bu kopuş, yalnızca Şah’ın otoriter modernleşmesine karşı büyüyen bir öfkeyi değil, aynı zamanda onun bastırdığı toplumsal dinamiklerin daha keskin, daha baskıcı bir biçimde geri dönmesine zemin hazırladı. Sonuçta ortaya çıkan tablo, Pehlevi’nin yaratmak istediği modern krallığın tam tersi oldu: 1979’da Humeyni’nin önderliğinde yükselen İran İslam Devrimi, Şah’ın iktidar hastalığının ürettiği baskının daha sert bir karşıt kopyasını doğurdu.

Tarih, böyle anlarda uyarı vermeyi hiç bırakmaz: Toplumsal çoğulluğu reddeden her statüko, sonunda kendisinin daha baskıcı bir karşıtını doğurur.

Bugün Türkiye’nin önünde duran barış görüşmeleri, yalnızca siyasal gruplar arasındaki bir “pazarlık” ya da iktidar denklemindeki bir hareket değildir. Bu görüşmeler, halkların ortak geleceği için bir eşiktir; yıllardır süren çatışmanın, kutuplaşmanın ve güvensizliğin aşılması için nadir yakalanabilecek bir imkândır.

Ancak bu imkânın karşısında duran şey, tıpkı İran örneğinde olduğu gibi statükoyu terk edememe hâlidir. CHP’nin bu görüşmelere temsilci göndermemesi; değişim iddiasında olan, çağdaşlık vurgusunu sıkça dile getiren bir partinin, aslında yüz yıl önce inşa edilmiş çatışmacı ve tekçi devlet aklından sıyrılamadığını gösteriyor.

Bu yaklaşım, güncel siyasetin dar bir iktidar rekabetine sıkıştığı, barışı bir toplumsal kazanım değil “iktidar karşısında mevzi” olarak gördüğü bir zihniyetin sonucudur. Oysa böyle bir tutum, barış talebinin yoğunlaştığı büyük bir kesimin oyunu alarak birinci parti olup önemli bir toplumsal destek üretmiş olan CHP’nin böyle bir durumda iken statükonun kodlarına tekrar sarılması Türkiye’yi adım adım Ortadoğu’nun yüzyıllardır tekrar eden gerilim hattına ve döngüsüne sürüklemekten başka bir sonuç üretmeyecektir. Nitekim ilk defa bu kadar büyük bir desteği arkasına almışken kendine rakip olarak gördüğü AKP’ye karşı siyasal bir hamleye ihtiyacı yok iken bu pratiği sergilemesi düşündürücüdür. 367 krizinden başlayarak 2015’te hükümet kurma yetkisini kullanmama, Yenikapı ruhu diye tanımlanan sürece dâhil olma, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, göçmen ve sınır politikasını beğenmediği hükümete tezkerede destek vermesi, son seçime kadar kayyum politikalarına nitelikli bir muhalefet geliştirmemesi gibi birçok şey ile örneklendirebileceğimiz 23 yıllık AKP iktidarının zor zamanlarında köprüyü geçmesini kolaylaştıran pratiklerine rağmen bugün arkasındaki bu büyük gücü yok sayarak yaşanan bu olumsuz süreçlerin hepsine doğrudan veya dolaylı bir şekilde cevap olabilecek barış ihtimaline karşı aldığı tutum bulunduğu pozisyona denk düşmemektedir, korkutucu ve güven zedeleyicidir.

Bugün Türkiye’de de eskiyi yeniden üretme ısrarı, farklı görünümlerle de olsa aynı sorunu besliyor: Kutuplaşma, inkâr ve iktidar mücadelesine sıkışmış siyaset, kendi karşıtını daha sert bir biçimde üretmekten başka bir şey yapmıyor.

Toplumsal rızanın günbegün eridiği, ekonomik çöküşün geniş kesimleri sefalete ittiği, kutuplaşmanın her haneye nüfuz ettiği bir ülkede bu döngüyü sürdürmek; halkların ortak geleceğine büyük bir kayıp yaşatacaktır.

Bugün barış görüşmelerine mesafe koymak, bu görüşmeleri küçümsemek ya da onları itibarsızlaştırmak; toplumsal dokunun iyice gerilmesine, yeni karşıtlıkların üretilmesine ve çözüm olasılığının uzak bir geleceğe ertelenmesine neden olacaktır.

Oysa yaşanan tüm acılar, tüm çatışmalar, tüm kopuşlar açıkça göstermiştir ki; Böyle bir toplumsal realiteyi ortaya çıkaran tabloda aynı zeminde yürümekte ısrar etmek, bizi sadece aynı duvara tekrar tekrar çarptırır.

Tarihte başka örneklerle de çoğaltabileceğimiz İran örneği, statükonun kendi karşıtını nasıl yarattığını ve toplumu nasıl daha büyük bir gerilim girdabına sürüklediğini açıkça anlatıyor. Türkiye’nin bugün bulunduğu eşikte, bu tarihsel uyarıyı görmezden gelmek geçmişten geleceğe doğru bir körlüğün sonucudur.

Barış görüşmeleri, siyasal rekabetin bir enstrümanı değil, geleceğin ortak temeli olarak görülmelidir. Barışı günlük siyasete kurban etmek; yalnızca bugünün değil, gelecek kuşakların da ağır bedeller ödeyebileceği bir hataya dönüşecektir.

Halkların ortak geleceğini öncelemeyen her yaklaşım, yalnızca yeni kayıplar üretir.