Cumhuriyet üzerine yürütülen tartışmalar, çoğu zaman tarihsel bağlamından kopuk ve yüzeysel okumalarla şekilleniyor. Oysa bir rejimi ya da toplumsal sistemi değerlendirirken, onu yalnızca kurumları ya da sembolleri üzerinden değil, üzerine kurulu olduğu sınıfsal ilişkiler ve tarihsel mücadeleler çerçevesinde ele almak gerekir. Cumhuriyet’in tarihsel misyonunu, sınıfsal karakterini ve bugün toplumdaki algısını anlamak için onu tarihsel materyalist bir yaklaşımla yeniden düşünmek zorundayız.

Cumhuriyet, soyut bir kavram olmanın ötesinde, sınıfsal temellere dayanan somut bir sistemdir. Yani mesele, kimin iktidarda olduğu ve hangi sınıfın devleti yönettiğiyle ilgilidir. Ancak bazı kesimler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yılı aşan pratiğini tek tip bir Cumhuriyet paradigması gibi sunuyor: “ceberrut devlet”, “askeri vesayet”, “yargı vesayeti” gibi ifadelerle. Bu, özetle liberal çevrelerin klasik argümanlarıdır. AKP’nin seçim zaferini “burjuvazi demokratik devrimini tamamladı” şeklinde yorumlayanların çarpık bakış açısı da bu yaklaşımdan beslenir.

Örneğin, Fransız Devrimi sadece beş yıl sürmesine rağmen dünyaya eşitlik, özgürlük ve kardeşlik fikirlerini yaymıştır. Evet, devrim kendi evlatlarını da yemiştir; Robespierre’i, Danton’u ve Marat’ı öldüren yine devrimin kendisi olmuştur. Ancak bugün kimse dönüp de “Fransız Devrimi ne işe yaradı ki?” demiyor. Keza ABD, günümüzde emperyalizmin baş aktörü olsa da, Amerikan Devrimi’nin o dönemki ilerici rolünü inkâr edemeyiz. Bu devrim, feodal düzene karşı burjuvazinin zaferini simgelemiş ve modern ulus-devletlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Sonrası ise bambaşka bir hikâyedir.

Bugün dünyada yaklaşık 180 ülke bulunuyor. Hangi ülkeye bakarsak bakalım, mutlaka bir zulüm, darbe ya da savaş hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Yerkürenin her köşesinde, sınıflı toplum yapısının tarihsel ve içsel çelişkilerini görebiliriz. Dolayısıyla, Cumhuriyet’i tamamen kötüleyip tarihten silmeye çalışmak yerine, onu doğru tarihsel ve sınıfsal bağlamda değerlendirmek gerekir. Tarih dediğimiz şey, sınıflar mücadelesinin tarihidir ve hiçbir gelişme sınıflardan bağımsız değildir.

Günümüzde kendisini Cumhuriyetçi olarak adlandıran milyonlarca insan var ve bunların çoğu emekçi sınıflardan geliyor. Bu insanların Cumhuriyet algısı; ne 12 Mart’ları, ne 12 Eylül’leri, ne de akla gelen diğer baskı ve zulüm dönemlerini içerir. Onların gözünde Cumhuriyet, devrimci damarına duyulan bir özlemdir. 1923 paradigmasını, Yalçın Küçük’ün 12 Eylül rejimine atfen adlandırdığı “Eylülist rejim” ile yan yana getirip özdeşleştirmek ise tarih üstü ve temelsiz bir yaklaşımdır.

Cumhuriyet, ne tarih üstü bir tabu ne de tüm kötülüklerin kaynağıdır. Sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak, hem ilerici bir sarkaç hem de çelişkilerle dolu bir sistemdir. Fransız ve Amerikan devrimleri gibi, Türk Devrimi de eşitlik ve özgürlük tohumları ekmiş, üretici güçleri geliştirmiş ve tarihin çarkını ileriye doğru çevirmiştir. Evrensel değerleri bünyesinde barındırmakla birlikte, Türk Devrimi’nin kendine özgü bir yapısı vardır. Bu özgünlük, Anadolu topraklarının sosyolojik ve iktisadi gelişim düzeyiyle uyumlu bir öze dayanır. Bu nedenle, diğer devrimlerle karşılaştırma yaparken bu nesnelliği göz ardı etmemeliyiz.

Bugün milyonlarca emekçinin Cumhuriyet algısı, ne darbeci rejimlerin baskısını ne de elitist vesayetleri yansıtır; bu algı, devrimci ve halkçı bir özleme dayanır. Bizim görevimiz, 1923’ün devrimci ruhunu Eylülist rejimlerin gölgesinden kurtararak Cumhuriyet’in halkçı damarını güçlendirmektir. Tarihi, sınıfsal bağlamından kopararak yargılamak yerine, onu diyalektik bir perspektifle anlamalı ve geleceğin tohumlarını, ayaklarımızı bastığımız bu toprağa doğru şekilde ekmeliyiz.