"Onlarca yıldır üzerinde bolca konuşulan ve tartışılan bir konudur ‘kadının toplumdaki yeri’. Hemen hemen her toplumda çocuk doğurabilme ve doğurduğu çocuğu emzirebilme özelliğinden dolayı, çocuğa bakma görevi kadına yüklenmiştir. Bu yüzden ‘Kadın’ deyince ilk olarak aklımıza ‘besleyici, sabırlı ve anaç’ gibi sıfatlar geliyor ardı ardına."

Yazıma başlamadan önce, Türk Dil Kurumu’nun ‘Kadın’ı ‘şu an’ nasıl tarif ettiğini merak ettim. Hani zamanında ‘Kadın’ için yapmış olduğu tanımlamayla hararetli tartışmalara yol açan Türkiye’nin en itibarlı ve köklü olan kurumlarından biri olan (!) Türk Dil Kurumu… 2. tanımında “(sıfat) Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan”  diyor  ‘Kadın’ için. Anne olamıyorsam ya da anne olmak istemiyorsam veyahut ev yönetimi konusunda beceriksizsem ‘kadın’ olamıyormuşum. İlginç! Ne olacağım peki? Erkek mi şimdi? Norveç’e geldiğim ve Norveç kültürü ile etkileşime girdiğim ilk zamanlar beni şoka sokan bir şeyden bahsedeceğim size: ‘Erkek ebelerden’. Evet yanlış duymadınız, ‘Erkek ebeler’! Evet, psikologdum, evet iyi bir eğitime sahip olup, modern bir ailede yetişmiştim. Ancak yine de yadırgamıştım. Tıpkı ‘Lilyhammer’ dizinin Amerikalı baş kahramanı Frank Tagliano’nun Norveç’e geldikten sonra, hamile eşinin kontrollerini erkek bir ebenin yapmasına karşı durması ve onun da aynı şoku yaşaması kadar yadırgamıştım. Birimiz Türkiyeliydik -nispeten muhafazakâr ve Müslüman bir ülkeden geliyordum- diğerimiz ise Amerikalıydı, kurgu kahraman olmasına rağmen. Aslına bakarsanız ikimizin de yaşamış olduğu şokun altında aynı nokta yatıyordu: Kadının toplumdaki yerinin “algısı”. İyi bir eğitim almak ya da Amerika kültürüyle büyümüş olmak ise bu algıyı değiştirmiyordu. ‘Ebe’ dediğin kadın olmalıydı. Tıpkı hemşire gibi, tıpkı sekreter gibi ya da kadınlara en çok yakıştırılan meslek olan öğretmen gibi. Peki bu ‘algısal sapmamın’ temelinde yatan şey neydi? Üst düzeylerde çalışan, tuttuğunu koparan onlarca rol model kadın varken piyasada, neden böyle bir bocalama yaşamıştım? Çünkü toplum ve bazen ailem doğduğum andan itibaren bana pembe kıyafetli kıyafet giymem gerektiğini, oyuncaklarımı bebekler arasından seçebileceğimi, ‘Anne’liğin ne kadar kutsal bir şey olduğunu ve kadınların az kazandığını (ya da kazanması gerektiğini) aşılamıştı bilincime ya da bilinçaltıma… Hem de ilmek ilmekti bu aşılama ve söyledikleri her şey benim gelecekteki algılarımı şekillendirdi. Toplumu hedef gösterdim ya, haydi şimdi dünyanın sosyal refahı gelişmiş ülkelerinden birine, -Norveç’e- bir göz atalım. Bakalım ‘kazanç’ olarak kadın nerede, erkek nerede? 2018 yılında erkekler aylık ortalama 48.420 Norveç Kronu kazanıyorken, kadınlar 42.170 kazanıyormuş. Çok ilginç değil mi? Tamı tamı 6250 Norveç Kronu daha az kazanıyoruz aynı işi yaptığımız halde.  Bir de Norveç’in cinsiyet eşitliği kartına göz atalım: 2018 yılı değerlendirmelerine göre yüksek pozisyonlarda çalışan kadın oranı sadece %22. Yani %78’i erkek. İlginç! İlk 200 büyük şirkette sadece 21 kadın var CEO olarak. Yani 179 erkek CEO olarak çalışıyor. Bu da ilginç! Hani nerede kadın erkek eşitliği? Hani nerede kadın hakları? Hepsi hikâye mi yoksa? Aslında bu eşitsizliğin temelinde yer alan şey “Algılarımız” ve algılarımızın yol açtığı “öznel konumlandırmalarımız”. Bir sonraki yazımda bir psikolog olarak algılarımızın bizi nasıl yönettiğinden ve toplumdaki ‘kadın’ olarak yerimizi nasıl belirlediğinden bahsedeceğim.