14 Mayıs seçimleri üzerinden neredeyse bir hafta geçti ve tüm Türkiye 28 Mayıs seçimlerine kilitlendi. İlk tur oldu olmasına da seçim öncesi ve sonrası yaşanan süreçler, hem birey hem de toplum olarak bizleri derinden etkiledi. Montajlı videolarla yapılan seçim kampanyaları, bir takım siyasetçilerin kirli ve iftiralarla dolu dili, dışarda top oynaması gereken el kadar çocukların geleceğe dair sitemleri vb. herşey birbirine girdi. Birlik, beraberlik ve kardeşlikten ‘öteki’leştirmeye giden bir süreç elimize verildi. Sonra da ‘Karar vereceksiniz’ denildi. Üstelik sadece bize değil, Türkçe bile bilmeyen ve vatanımıza hiçbir katkısı olmayan ancak bir şekilde vatandaşlığı bulunanlara da... Varın siz düşünün gerisini.

Birey olarak birçoğumuzun gelecek kaygısı yaşadığı, güven duygumuzun sarsıldığı, ekonomik olarak bütçelerimizin bayağı zorlandığı; beyin göçünün zirveye tırmandığı, el kadar bebelerin geleceğe dair karamsarlık yaşadığı; kadının kendini güvende hissedemediği, dahası kadın cinayetlerinin önünün kesilmediği, çocuk istismarına dur denilmediği, bırakın insanı hayvan ve doğa haklarının yeterince önemsenmediği bir süreçte seçime dair  beklentilerimiz ile bireysel ruh sağlığımızın dinamikleri birbirine girdi. Üstelik asrın felaketlerinden biri olan 6 Şubat depreminin yaraları henüz sarılmamışken. Öfkemiz, suçlayıcı dilimiz artarken, ötekiye yada farklı fikirlere saygı duyabilme toleransımız dibe doğru indi. Psikolojideki bilişsel çarpıtmalardan ‘ya hep ya hiç’ yada ‘siyah-beyaz’ görme eğilimimiz, bölme mekanizmalarımızı geliştirdi. Savaşa mı gidiyoruz yoksa seçimde oyumuzu mu kullanıyoruz, bu bile bazı siyasetçilerce darbe olarak dillendirildi. Anayasa'nın 67. maddesinin, birinci fıkrasının; "Vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir." ibaresine rağmen.

Böyle gergin, böyle suçlamacı bir seçim atmosferinde hem birey hem de toplum olarak ruh sağlığımızın yerinde olması beklenemez elbette. Çünkü ‘algı’ yönetiliyor yada bir takım gerçekler manipüle ediliyor. Farklı fikirler ‘ya iyi ya kötü’ , ‘ya var oluş ya yok oluş’ şeklinde önümüze sunuluyor. Nefret dili pekiştiriliyor. Terör tehlikesi, ekonomik sorunlar, devletin bekası gibi seçmeni kışkırtan siyasi propagandalar seçmenlerin kararlarını manipüle etmek adına kullanılıyor ve olumlu sonuç da veriyor. 

Peki ne oluyor sonra? Toplumsal olarak ‘kutuplaştırılmaya’ itiyoruz. Ya bendensin ya ötekisin deniliyoruz. Ya çoğunluk ya azınlık oluyoruz. Ya umutlanıyor ya dibe çöküyoruz. Ya % 49,52’yi yada % 44,88’yi temsil ediyoruz. 85 milyonluk bir toplum olarak ikiye ayrılıyoruz. Çeşitliliği, farklılığı yok sayıyoruz. Aramıza sınır çiziyoruz. Birbirimize dokunmuyoruz. Hatta abartılıp devletini, bayrağını, toprağını seven bizler terörist ilan ediliyoruz.

Peki bireysel olarak neler yaşıyoruz? DSM-5’in kriterlerini esas alsam, çevremdeki bir çok insanın depresif duygu durumu yada anksiyete semptomları gösterdiğini rahatlıkla görebiliyorum. Çökkün duygu durumu, umutsuzluk, çaresizlik, ilgide belirgin azalma ya da bunlardan zevk almama, uykusuzluk çekme, enerji düşüklüğü yada huzursuzluk, sürekli diken üzerinde olma hissi, kolay kızma vs... Merak ediyorum, hiç gözlemlediniz mi sokakta yürürken kaç tane insanın suratı gülüyor? Kaç tane üniversite genci mezun olduğunda iş bulabileceğini düşünüyor? Kaç tane kiracı, kira artışım ne olacak diye telaşa kapılmıyor? Kaçımız geleceğimizden endişe duymuyor? Kaçımız geleceğe dair alternatif planlar geliştirmiyor? 

Psikoloji demişken, seçmen psikolojisini ne belirliyor diye düşündünüz mü hiç? Yapılan bir çok araştırmaya göre ekonomik etmenlerden (mesela Süleyman Demirel’in dediği gibi ‘Tencerenin deviremeyeceği hükumet yoktur’ (!) söylemi), siyasi parti liderini ideolleştirmeye, belirsizliğe tahammülsüzlüğün karar verme sürecine etkisinden (gelecek yeni hükümet nasıl olacak acaba? En iyisi düzeni bozmayalım), korku duygumuzun tetiklenmesine (terör tehlikesi, ülkenin bölünmez bütünlüğüne karşı oluşan risklerin değerlendirilmesi) ve seçmenin belirli bir ideoloji ile aidiyet bağı kurmasına (dini, milli, tarihsel etkenler gibi) kadar çeşitlenebiliyor bu nedenler.

 Seçmen olarak kim nereden besleniyorsa beslensin, umarım 28 Mayıs seçimleri ülkemiz için en hayırlısı olur. Geleceğe umutla bakmak dileğiyle...