Ruh sağlığı alanında çalışan bir uzman olarak aslında birçok şeyi yazabilirim buraya. Depremzelere nasıl psikolojik destek sağlanmalı ve psikososyal ihtiyaçları nasıl karşılanmalı, depremde yakınlarını kaybeden çocuklara ölüm nasıl anlatılmalı, yas süreci nasıl yaşanmalı, herkes için psikolojik yardım nasıl olmalı, bundan sonraki süreçlerde ruh sağlığı nasıl korunmalı vb. Türk Psikologlar Derneği ve Türk Psikiyatri Derneği kılavuzları ve açıklamalarıyla gayet güzel anlatıyor. Alandan bir çok uzman da, bu konularda bilgi veriyor. Buraya bugün, sıradan bir vatandaş olarak hissettiklerimi yazmak istiyorum.

1999 Gölcük depremi olduğunda 16 yaşındaydım ve deprem anını bizzat yaşayarak uyanmıştım yatağımdan. Sokakta geçirilen 1 gecenin ardından, haberleri takip etmiş, kendimce üzüntümü çekmiş ve ardından normal hayatıma devam edebilmiştim diye hatırlıyorum. Aradan geçen 24 yılın ardından, ‘normal hayatıma devam edemediğimi’ arkadaşlarımla konuştuğumda, acaba o zamanlar bu kadar bilinçli değil miydim ve ne olduğunu idrak edememiş miydim sorusu geldi aklıma. Sonra kendimce şu sonuca vardım. Şu anda beni üzen, depremin kendisi değil aslında. Depremin öncesinde ve sonrasında yaşananlardı canımı acıtan.

Beni üzen, 1999 depremine rağmen, alınamayan dersler, imar affı diye yapılan güzellemeler(!), denetimsizliklerdi. Beni yoran, en az 48 saat boyunca girilemeyen ve insanların kaderine terkedildiği bölgeler, yanlış alınan yada alınamayan belki de geç alınan kararlar, insanların sesini duyurdukları sosyal medya kanallarına yapılan kısıtlamalar, müdahalelerdi. Zaten, yoğun korku, üzüntü ve çaresizlikle mücadele eden afetzedelerin, yaşamış oldukları birincil travmaları üzerine yüklenen, gerek fiziki gerekse psikososyal yardıma doğru zamanda(!)  erişememenin yaratmış olduğu ikincil travmanın getirdiği çaresizlikleri izlememdi. Ulaşılmamış binlerce insan varken, ‘herşey kontrol altında’ denilmesiydi belki.

Beni üzen, belki uzun zaman sonra ilk defa siyasi, din, kültür, mezhep ayrımına bakmadan birbirimize kenetlendiğimiz noktada, partisel kavgaların gündeme gelmesiydi. Birbirimize en yakınlaştığımız anlarda, yine kutuplaştırılmak istenmemizdi. Canlı yayında susturulan seslerdi. Afetzedelerin acılarının haykırdığı noktada, ‘provakatör’ ilan edilmesiydi. O afetzede insanların öfkesinin, kızgınlığının haklı ve normal bir tepki olduğunun anlaşılmamasıydı belki de.

Beni üzen onlarca sivil toplum örgütünün, isimsiz kahramanların, vinç operatörlerinin, güvenlik görevlilerinin, belediyelerin, AFAD’ın, Mehmetçiklerin yerli-yabancı kurtarma ekiplerinin canla başla çalıştığı bir alanda, bir banka kasasının kurtarılmasının görüntüleriydi. Önceliğin ne olması gerektiğinin bilinmemesiydi.

Beni üzen ihmallerden binlerce insan üzerine atılan topraktı. O ölen insanlara kefeni bile çok görmekti. Diyanet işlerinin bütçesi nereye harcanıyor acaba? Yada bunca yıldır verdiğimiz deprem vergileri, dasklar ne zaman kullanılacak, merak ediyorum aslında.

Beni üzen sadece insanların binaların değil, ahlaksızlığın ve ihmalin altında kalmasıydı. Yanındaki bina dimdik ayakta kalıp, yepyeni rezidanslar, binalar nasıl göçebiliyordu? Yada buna nasıl kader denilebiliyordu? Hiç birşey yapmayıp, sınavına çalışmak yerine oyunlar oynayıp sınavdan kalan bir öğrenciye, hangimiz ‘Olsun, kader bu der?’. Verdiğim örneğin, yaşadığımız bu deprem yıkımından bir farkı var mı sizce? En sağlam olması gereken yer, hastane neden yıkıldı? Pist neden kırıldı? Yol neden yarıldı? O zaman Japonya neden kadere teslim olmamıştı? Melek oldu, mucize oldu sözleri mi kaderin avuntularıydı? Oysaki kader, insanlara başına yıkılmayacak evler inşa etmektir, gerisi Takdir-i İlahidir.

Beni üzen, yağmacıların yakalandığı an başlarına gelenlerdi. O vicdansızları adalet teslim etmek yerine, kendimizce döverek adaleti tesis etmemizdi. Bunun normalleştirilmesi, bunun güzellenmesiydi. Sosyal medyada dolanan videoların doğruluğunun teyit edilmeden, gerçek gibi tepki verilmesiydi. Elbette ki ben de sizler kadar kızgınım onlara, ama içimdeki öfkeyle yapılan bu misilleme görüntülerine onay veremem, Anayasamıza onu geçtim temel insan haklarına aykırı bu. Kendi kendimize adaleti sağlamaya çalışırsak, hukuk devleti ne yapacak? Yada adı kıssasa kıssas devleti mi olacak?

Beni üzen mültecilere karşı olan öfkenin hastalıklı bir durum halini almasıydı. Bütün soyguncular, yağmacılar mülteciler mi sizce? 99 depreminde de mi mülteciler altın bilezik için kol kesti? Yoksa o kol kesenler, bizim kendi milletimizden çürükler miydi? Elbetteki mültecilerin de çürükleri olacak aralarında ama evini, çadırını, çocuğunu, anasını babasını kaybeden mülteciler de yok mu o her gün artan rakamlarda. Sahada bizlere yardım eden hiç mi mülteci yok aslında? Öfkemizi kanalize etmemiz gereken yer mülteciler değil, ihmali ve ahlaksızlığı kader olarak kabullenmemizi isteyenlerdir, herşeyde bir hayır vardır diyenlerdir.

Beni üzen, bizlere mucize olarak sunulan (Bana göre mucize de değil. Gerekli tedbirler alınsaydı, bu sahneler yaşanacak mıydı?) ve saatler sonra enkazdan çıkan bebek ve çocukların görüntülerinin alınmasıydı. Bu çocuklar zaten mağdurdu. Bu mağdur çocukların kimliğini açıklamak ya da tanınmasına yol açacak şekilde yüzünü göstermeye gerek var mıydı? Eğer varsa bu gerek habercilik ilkelerine sığdı mı? Çocuk hakkı ihmali sayılmaz mı? Saatlerce enkaz altında kalıp zaten korku içinde kalmış bir çocuğu yüzü görünür görülmez kayıt altına almak, rızası olmadan fotoğraflamak, bize ne kazandırdı? Bu çocukların unutulma haklarını eğer isterlerse nasıl geri vereceğiz? Zaten annesini, aile bireyini, evini kaybetmiş bir çocuğu -ki ileride yetişkin olacak bu çocuklar- mucize adıyla etiketlemek yerine, bu çocuğun hayatını anonim bir birey olarak devam ettirme haklarını nasıl tekrardan inşa edeceğiz? (Bakınız: https://www.dokuz8haber.net/deprem-travmasi-ve-cocuk-haklari ) Beni üzen, yine bu çocukların kötü niyetli insanlar tarafından ulaşılabilir olması ihtimaliydi. Enkazdan çocuk kaçırılması düşüncesiydi.

Beni üzen yardım paketlerinden çıkan abiye kıyafetler, topuklu terliklerdi. Girdiğim marketlerde, özellikle çocuk ve bebek reyonu raflarının boş olduğunu görüp, böyle güzel insanların var olduğuna şükrettiğim noktada, kışta kıyamette topuklu terliğin giyilebileceğini düşünen insanlarla aynı havayı solumamın tedirginliğiydi.

Beni üzen kendince kenetlenmiş ve kilometrelerce öteden yardım etmeye çalışan belediyelerin, kurumların isimlerinin kapatılıp, parti etiketlerinin basılmasıydı. Bu nasıl bir hırstı?

Beni üzen neyin ihtiyaç neyin ihtiyaç olmadığına düşünülmeden karar verilmesiydi. Mama ihtiyaçtır, hijyenik ped ihtiyaçtır, seccade ihtiyaçtır, jilet ihtiyaçtır, kitap ihtiyaçtır, baş örtüsü ihtiyaçtır. Şu an bizlerin günlük hayatta şu an nelere ihtiyacı varsa, afetzedelerin de bunlara ihtiyacı vardır. Onların afetzede olması, insan olmaması anlamına mı geliyor?

Beni üzen, okulların kapatılması, üniversitelerin uzaktan eğitime geçiyor olmasıydı. Okullar, üniversiteler eğitim yuvaları olmak dışında gençlerin, çocukların ruhsal olarak iyileştikleri yerlerdir halbuki. Kriz anında ilk vazgeçilmesi gereken yer olmamalıydı. Kapatmak yerine sağlıklı çözümler üretmek mesela, depremden etkilenenler için yatay geçiş, kayıt dondurma gibi esnek haklar sunmak, geçici kampusler oluşturmak daha sağlıklı olacaktı belli ki. Depremzedelere tahsil edilecek olan üniversitelerin yurtları yerine, neden devlet kurumlarının misafirhanelerini yada kurum evlerini kullanamıyoruz. Neden otellerde yer açamıyoruz?

Beni üzen enkaz altında kurtarılmayı en kötüsü gömülmeyi bekleyen cesetler, insanlar varken, Hatay’daki tek katlı yapı denetim binasına yıkım kararı çıkmasıydı.

Beni üzen o kadar çok şey vardı. Yazmaya yer kalmadı.

Özge Özdemir Köz – Klinik Psikolog ve Yazar

Email: [email protected]

Twitter: @ozgeozdemirkoz

Instagram: @norveclipsikolog