Cumhuriyetin kuruluşu, siyasal düşünce tarihinde bir özgürleşme hamlesi ve toplumsal dönüşüm iddiası olarak kaydedildi. Ne var ki, bu iddianın pratiği kısa sürede başka bir yola evrildi. Halkların tarihsel çoğulluğunu esas almak yerine, tek bir kimlik etrafında yeni bir ulus inşa etme hedefi öne çıktı. İlk yıllardaki hukuksal çerçeve, 1921 Anayasası'nın yerel özerklik ve çoğulculuk vurgusu, kısa süre sonra merkeziyetçi ve homojenleştirici bir kimlik siyasetinin gölgesinde bırakıldı.
Bu yönelim, yalnızca yönetim biçimini değiştirmedi; toplumsal gerçekliği dönüştürmeye dönük bir devlet aklı oluşturdu. Dil, kültür, inanç ve kimlik alanlarında kapsamlı müdahale politikaları devreye sokuldu. “Modernleşme” adı altında yürütülen uygulamalar, eşitlik talebini değil, itaat ve uyum zorunluluğunu temel aldı. Böylece halkların kendi tarihsel sesleriyle var olma hakkı, siyasal birlik adına bastırıldı.
Şark Islahat Planı’ndan başlayarak farklı dönemlere yayılan uygulamalar, zorunlu göçler, iskân politikaları, dil yasakları, merkezileşmiş güvenlik düzeni Cumhuriyetin, çok kimlikli bir toplumu tek bir potada eritme çabasının somut izleridir. Bu çizgi, Dersim’deki büyük yıkımdan Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül olaylarından 1990’ların köy yakma politikalarına, faili meçhul cinayetlerden olağanüstü hâl uygulamalarına kadar uzanan geniş bir tarihsel hatta takip edilebilir. Her dönemde değişen yöntemlere karşın temel yaklaşım değişmedi: devlet kimliğinin dışında kalan her varlık biçimi, bir tür güvenlik ve bütünlük tehdidi olarak görüldü.
Bu tarihsel deneyim, yalnızca belirli kimliklerin maruz kaldığı acıları değil, aynı zamanda demokratik gelişimin her kritik aşamada kesintiye uğradığını da gösteriyor. Siyasal katılımın sınırlanması, adalet mekanizmalarının siyasal müdahaleye açık hale gelmesi, yurttaşlık kavramının “makbul” sınırlarla tanımlanması, toplumsal enerjinin güvenlik mekanizmalarına yönlendirilmesi… Tüm bunlar, Cumhuriyetin yüz yıllık hikâyesinde demokrasinin söylem düzeyini nasıl aşamadığını açıklıyor.
Bugün yaşanan sosyo-ekonomik ve siyasal tıkanma, bu tarihsel tercihin doğal sonucudur. Toplumsal zenginlik ancak çoğulluğun tanınmasıyla mümkün olur. Ekonomik gelişim, yaratıcı kapasitenin özgürleşmesine, düşünce çeşitliliğine ve toplumsal barışa bağlıdır. Farklı kimliklerin siyasal özne olarak tanınmadığı düzenlerde, ne üretim ilişkileri sağlıklı gelişir ne de toplumsal güven tesis edilir. Demokrasi, yalnızca siyasal bir sistem değil; toplumsal bir sözleşme, ortak bir gelecek tahayyülüdür.
Bu nedenle barış, bugün yalnızca çatışmaların sona ermesi anlamına gelmiyor. Barış, hafızanın onarılması, yasın tutulabilmesi, hakikatin görünür kılınması ve eşitliğin birlikte yaşama ilkesine dönüşmesidir. Aksi takdirde militarizasyon, güvenlikçi yaklaşım ve kimlik dayatması, toplumu sürekli bir tedirginlik ve kırılganlık hali içinde tutmaya devam eder.
Yüzyıllık tecrübe şunu açıkça gösteriyor: tek kimlik üzerine kurulmuş siyasal model, ortaklaşma değil, ayrışma üretmiştir. Cumhuriyetin gerçek anlamda tamamlanması, bu tarihsel yükten arınarak demokratik bir toplumsal sözleşmeye yönelmekle mümkündür. Bu da çoğulculuğu tanıyan, kimlik ve inanç özgürlüğünü güvence altına alan, yerel demokrasiyi güçlendiren, hakikat ve yüzleşme mekanizmalarını devreye sokan bir siyasal iradeyi gerektirir.
Cumhuriyet, yalnızca monarşinin reddi ya da egemenliğin hanedandan halka devri değildir; toplumsal iradenin özgür koşullarda tecelli ettiği, eşit yurttaşların ortak kaderini belirleme sözleşmesidir. Bu nedenle cumhuriyet, kendi özünde demokrasiyi ve eşitliği varsayar; aksi halde yalnızca “adında cumhuriyet geçen” otoriter bir yönetim biçimine dönüşür. Demokrasi ise çoğunluğun tahakkümü değil, farklı kimliklerin, inançların, dillerin ve yaşam biçimlerinin eşit siyasal meşruiyete sahip olduğu çoğulcu bir düzeni ifade eder. Barış, bu düzenin nefes alma alanıdır; çatışmanın yerini müzakerenin, inkârın yerini tanımanın, bastırmanın yerini eşit ilişkiselliğin aldığı toplumsal iklimdir. Barış olmadan demokrasi kırılgan, demokrasi olmadan cumhuriyet eksik, cumhuriyet olmadan yurttaşlık anlamsızlaşır. Eğer bir ülkede yurttaşların bir kısmı kendini güvende hissetmiyor, dili tehdit sayılıyor, kimliği yük haline getiriliyor ve siyasal katılım hakkı fiilen askıya alınmışsa orada cumhuriyet yalnızca hukuki bir terim, demokrasi ise soyut bir vaatten ibarettir. Gerçek anlamda cumhuriyet, ancak barışın sağladığı toplumsal özgüven ve demokrasinin açtığı siyasal alanla ete kemiğe bürünür; aksi halde devletin adı cumhuriyet olabilir ama toplum hâlâ eşitsizlik, korku ve inkâr rejiminin gölgesinde yaşar.
Hukukun siyasal müdahaleye açık olduğu, yürütmenin darbelerle sınandığı, tek kimliği savunmanın bir çağdaşlık algısına dönüştüğü bu sistemin günümüzde güçlü bir otokratik eğilim kazanması gayet normal ve açıklanabilir bir durumdur. Hal böyle iken bu yönetim anlayışı ile bugüne ulaşan Cumhuriyet, yeniden düşünülmek zorundadır. Çünkü cumhuriyet, kendi halkına karşı güvensizlik duygusu üzerine kurulamaz; özgürleşmenin adı olduğu anda anlamını bulur. Barış da ancak bu noktada, bir müzakere başlığından değil, toplumsal hayatın kurucu unsurundan biri haline gelir.
Toplumsal hafızanın yükü, yaşanan acılar, görünmeyen yaslar ve yıllara yayılan güvensizlik, bir dönüşüm çağrısı yapıyor. Bu çağrı, yalnızca geçmişin ödenecek bir borcu değil; geleceğin kurulması için zorunlu bir eşiği işaret ediyor. Cumhuriyet, bu topraklarda yaşayan bütün halkların kendini içinde bulduğu bir yönetim anlayışına dönüştüğü yani demokratikleştiği ölçüde cumhuriyettir. yaşam, barış mümkün olduğunda anlam bulacak; çoğulluk tanındığında tamamlanacaktır.