Türkiye’de köklü sendika ve meslek örgütlerinin bugün içine düştüğü daralma ve etkisizlik hâli, yalnızca dışsal baskıların değil, aynı zamanda içselleştirilmiş bir iktidar anlayışının ürünüdür. Bu durum, Marx’tan Gramsci’ye, Foucault’dan Fanon’a, Beauvoir’dan Biko’ya uzanan bir hat üzerinde okunabilir.

Marx’ın yabancılaşma kavramı burada yalnızca işçinin emeğine değil, mücadele eden öznenin kendi mücadelesine yabancılaşması olarak da okunmalıdır. Bir zamanlar sınıfsal bir kurtuluş iddiası taşıyan örgütlü yapılar, bugün bu iddiayı terk ederek kendi varlıklarını sürdürmenin aracı haline gelmiştir. Mücadele, toplumsal dönüşümün değil, kişisel konumlanmanın ve statü üretiminin nesnesine dönüşmüş, böylece hareket kendi özünden koparak bir tür “yanlış bilinç” üretmeye başlamıştır.

Gramsci’nin hegemonya kavramı, bu dönüşümü daha da görünür kılar. Kurumların içindeki yönetici kadrolar, uzun yıllar boyunca yalnızca idari bir devamlılık değil, aynı zamanda fikirsel ve kültürel bir hegemonya da kurmuştur. “Alternatifsizlik” hissi, doğal ve kaçınılmaz bir durum gibi yeniden üretilmiş; örgüt-içi demokrasi yerini rıza üretimine bırakmıştır. Böylece mücadele, aşağıdan yukarı kurulan bir politik irade olmaktan çıkıp, küçük bir çevrenin belirlediği dar bir düzleme sıkışmıştır.

Foucault açısından bakıldığında ise, bu yapıların artık büyük bir politik direnç hattı kurmak yerine, mikro-iktidar ilişkileri üzerinden varlığını sürdürdüğü görülür. Günlük ihtiyaçların yönetilmesi, bireysel taleplerin kontrol edilmesi ve farklı kesimlere farklı söylemlerle yaklaşılması; politik olanın yerini yönetsel olanın almasına hizmet etmektedir. Bu durum, direniş alanlarını çoğaltmak yerine, iktidarın gündelik hayata sızdığı, disipline ettiği ve düzenlediği mekanizmalara dönüşmektedir.

Fanon’un sömürgeleştirilmiş zihin çözümlemesi, özellikle sekterlik ve rekabet düzlemi açısından çarpıcıdır. Daha sonra ortaya çıkan sendikalarla ilkesel bir mücadele yürütmek yerine, onlara benzemek, onlarla yarışmak ve aynı dile hapsolmak, bir tür zihinsel teslimiyettir. Burada yalnızca örgütsel değil, aynı zamanda psikolojik ve ideolojik bir kolonizasyon söz konusudur: Kendi tarihine, geleneğine ve potansiyeline yabancılaşan bir yapı, taklit ederek var olmaya çalışmaktadır.

Beauvoir ise, kadınların ve gençlerin bu yapıların kenarına itilmesinin yalnızca bir ihmal değil, yapısal bir patriarkal refleks olduğunu hatırlatır. Kadınları ve gençleri özne değil, “destekleyici unsur” olarak gören bu anlayış, onları “İkinci Cins” konumuna iter. Oysa gerçek dönüşüm, ancak ötekileştirilenlerin merkezde olduğu bir politik yeniden yapılanmayla mümkündür.

Biko’nun “En büyük silah zalimin elinde değil, ezilenin zihnindedir” sözü ise, bugün emek ve meslek örgütlerinin durumunu özetler niteliktedir. Zihinsel özgürlük gerçekleşmeden, birleşik ve özgürleştirici bir mücadele mümkün değildir. Sekterlik, korku, konum kaybetme endişesi ve alışkanlıkların konforu; gerçek yüzleşmenin ve dönüşümün önündeki en büyük engeldir.

Bu nedenle birleşik mücadele bir slogan değil; Marx’ın söylediği gibi maddi koşulları, Gramsci’nin işaret ettiği gibi hegemonik yapıları, Foucault’nun çözümlediği mikro-iktidar alanlarını, Fanon’un tanımladığı zihinsel zincirleri, Beauvoir’ın teşhir ettiği patriarkal yapıyı ve Biko’nun çağırdığı bilinç sıçramasını hedef alan bütünlüklü bir zihinsel ve politik devrimdir. Bugün ihtiyaç duyulan şey tam olarak budur: Yeni bir dil, yeni bir özne ve yeni bir özüyle yüzleşme cesareti.