Millet olarak çok zor bir süreçten geçiyoruz. Peş peşe yaşadığımız depremlerde binlerce yurttaşımızı kaybetmemiz ülkemizi yasa boğdu. Fakat bu afet, jeolojik oluşumunu milyonlarca yıldır süre gelen depremlere borçlu olan Anadolu coğrafyası açısından ne ilk ne de son. Dünya döndüğü müddetçe depremlerle olan sınavımız devam edecek.

            Elbette, yaşanan acılar milletimizin değişmez kaderi değil. Depremlerin değil, kötü yapı stoğunun öldürdüğünü biliyoruz. Doğal afetlerle mücadele etmeyi çağın evrensel standartlarına uygun bir şekilde gerçekleştirmeyi ülkemizin öncelikli meselesi hâline getirmeliyiz.

Bu bağlamada idarenin, kişilerin yaşam haklarını korumaya ilişkin yükümlülüğünü deprem öncesinde gerçekleştirilen çalışmalara odaklamalıyız. Başka bir ifade ile afet olmadan önce gerekli önlemleri almalı, kişilerin enkaz altında kalmalarını önlemeliyiz. Zira ne kadar çok tedbir alırsak, o kadar çok insanımızın can ve mal güvenliğini korumuş oluruz. Vaktimizi depremin nerede ne zaman olacağı ile harcamaktan vazgeçmeli, fay hattı bölgesi üzerinde kurulu olan her yerleşim alanında her an her şiddette deprem olacak gibi hazırlanmalıyız.

Ulusal ve uluslararası yargı kararları incelendiğinde de idarenin yaşam hakkı üzerindeki yükümlülüğüne özellikle dikkat çekildiği görülür. Gerçekten, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), Budayeva ve diğerleri Rusya’ya karşı kararında, Sözleşme’nin 2. maddesinin yalnızca devlet görevlileri tarafından güç kullanımından kaynaklanan ölümlerle ilgili olmadığını ve aynı zamanda, devletin, yetki alanlarında yaşayanların hayatlarını korumak için uygun adımları atma konusunda pozitif bir yükümlülüğünün olduğunu ifade etmiştir. Devletin, yaşam hakkına ilişkin tehdit ve risklere karşı etkili bir caydırıcılık sağlamak için tasarlanmış yasal ve idari bir çerçeve oluşturmak konusunda birincil bir görevi bulunur. İHAM’a göre hükümetin, doğal afetlerin yol açacağı riskleri azaltacak ve arazi planlamasını can ve mal güvenliğini koruyacak şekilde bütün önlemleri aldığını ortaya koyması beklenir.

Bu çerçevede İHAM, M. Özel ve diğerleri Türkiye’ye karşı kararında da benzer nitelikte tespitlerde bulunmuştur. Doğal afetlere ilişkin olarak devlete atfedilen pozitif yükümlüğün kapsamının afetlerin kaynağına ve riskleri azaltabilecek tedbirlere göre değerlendirilmesi gerektiği, bu yükümlülüğün özellikle yerleşim alanlarını etkileyen, belli aralıklarla tekrar eden afetler için geçerli olduğu öne sürülmüştür. Böylelikle, doğal afetlerin gerçekleştiği durumlarda da devletin sorumluluğuna başvurulması mümkündür. Mahkeme, depremin önüne geçilemeyecek bir doğal afet olduğunu; bununla birlikte devletlerin, felaketin yaratacağı zararları en aza indirgemek için uygun tedbirleri alması gerektiğini saptamıştır. Devletin doğal afetleri önleme yükümlülüğünün kapsamı, şiddetli ve beklenmedik anlarda gerçekleşen depremlerin ortaya çıkaracağı yıkımlara engel olmak ve olası riskleri mümkün olduğunca minimize etmekle sınırlıdır. İHAM’a göre söz konusu olan deprem olduğunda afetin önlenmesi ile arazi düzenlemesinin ve imar denetiminin usulüne uygun olarak gerçekleştirilmesi kastedilmektedir.

Türk hukukunda da devletin deprem öncesi yükümlülüğü hakkında İHAM kararları esas alınarak bir içtihat geliştirildiği vurgulanmalıdır. Danıştay 6. Daire E. 2004/1477, K. 2004/2115 sayılı, 12.04.2004 tarihli kararında, “Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan bu davada, yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce yapıldığı ve verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır...” diyerek idarenin yaşam hakkına yönelik pozitif yükümlülüğüne ayrıca dikkat çekmiştir.

Depremin neden olacağı zararları asgariye indirmek ve can ve mal kayıplarını minimize etmek için atılması gereken adımları deprem öncesine yoğunlaştırmak ve saha denetimini etkin bir şekilde gerçekleştirmek şarttır. Bu noktada alınması gereken ilk tedbir, deprem riskine karşı deprem sigortası modelini geliştirmektir. Ülkemizin önemli bir bölümü aktif deprem bölgesinde yaşamasına rağmen sadece Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) deprem sigortasınınyapılması zorunlu kılınmıştır. Ne var ki, binanın yapı tarzı, inşa yılı, toplam kat ve daire yüz ölçümü gibi bilgiler göz önünde bulundurularak primi belirlenen, her yıl güncellenmesi gereken DASK sigortası uygulamada yurttaşlar tarafından rağbet görmemektedir. Bu durumun ise üç nedenden kaynaklandığı söylenebilir. Birincisi, ülkemizde depreme karşı hazırlıklı olma bilinci maalesef yeterince gelişmemiştir. Vatandaşlarımız genellikle afet olmadan gerekli tedbirleri almamakta, deprem gerçekleştikten sonra iş işten geçmektedir. İkincisi, DASK zorunlu deprem sigortasının yalnızca ismi zorunludur. Nitekim bu sigorta, taşınmaz alım satımında ya da doğalgaz, elektrik ve su abonelikleri değiştirilirken veya yeni abonelik yapılırken talep edilmekte, yenilememenin bir yaptırımı bulunmamaktadır. Hal  böyle olunca, sigorta bir kez yapıldıktan sonra güncellemek artık malikin takdirinde olmaktadır. Üçüncüsü, deprem sebebiyle binanın yıkılması ihtimalinde sigorta ettirene metrekare üzerinden ödenen bedel, binanın serbest piyasadaki değerine kıyasla düşük kalmakta; vatandaşlar, sigorta yaptırmak konusunda istekli olmamaktadırlar. Bu nedenle, mevcut sigorta sistemi güncellenmeli, özel sigorta şirketleri mali açıdan desteklenerek yapıların gerçek fiyatları üzerinden ödeme yapılması sağlanmalıdır.

Deprem öncesinde atılması gereken bir diğer somut adım, özellikle altında dükkan olan binaların ilçe belediyeleri tarafından rutin denetimini gerçekleştirmektir. Türkiye’deki binaların depreme karşı dayanıklığını etkileyen en önemli faktörlerden birini, yönetmeliğe uygun şekilde inşa edilen binaya sonradan yapılan müdahaleler teşkil eder. Ticari kaygılarla hareket eden bazı işletmeler, daha fazla yer kazanabilmek için kolon keserek binanın statiğini bozabilmektedirler. Gerçi, İmar Yönetmeliği’nin 4. maddesinin y bendinde, yapılardaki taşıyıcı unsurları etkileyen değişiklikler “esaslı tadilat” olarak nitelendirilmiş; yine bu Yönetmeliğin 58. maddesinin birinci fıkrasında anılan tamiratlar bakımından ruhsat şartı getirilmiştir. Ancak, genel kural bu olmakla birlikte, uygulamada ruhsat alınmaksızın yapılarda “esaslı tadilat” gerçekleştirildiği, ihbar veya şikâyet olmaksızın yapılara re’sen müdahale edilemediği bilinen bir gerçektir. Binanın depreme karşı dayanıklılığına zarar veren müdahalelerle mücadele edebilmek için mevzuat değişikliğine gidilerek ilçe belediyelerinin bu dükkanları belli aralıklarla denetlemeleri, muhtemel can ve mal kayıplarını önleyecek, yaşam hakkını güvence altına alacaktır.

Ülkemizdeki aktif birçok fayın yüzlerce yıllardır kırılmaması, depremle ilgili tedbirlerin ivedilikle alınmasını gerekli kılmaktadır. Yıkılması veya ağır hasar alması bilimsel olarak kesin olan riskli binalar yerine depreme dayanıklı yeni binaların yapılması uzun süren meşakkatli bir iştir. Oysa deprem bölgelerindeki bazı yerleşim yerleri bakımından artık zaman çok daralmıştır. Söz konusu bölgelerde her an şiddetli depremler oluşabilir. Bu nedenle, kentsel dönüşüm ikinci plana atılarak riskli binalar güçlendirilebilir. Öncelikle, merkezi ve yerel idare birlikte çalışarak yıkılma riski bulunan yapıları tespit etmeli ve bunların hangi usulle güçlendirilmesi gerektiğine karar verecek deprem komisyonları kurmalıdırlar. Deprem afet haritasına göre afet riski taşıyan illerde faaliyet gösterecek komisyonların, merkezi ve yerel idare temsilcilerinden ve alanlarında uzman bilim insanlarından oluşması sağlanmalıdır. Gerektiğinde alt komisyon kurabilecek olan komisyonlar her riskli bina için ayrı güçlendirme projesi hazırlamalıdırlar. Metrekare yapı fiyatı esas alınarak her bina için saptanacak güçlendirme bedelinin belli bir kısmının devlet tarafından karşılanması, bina içi güçlendirme sebebiyle gerçekleşen zorunlu taşınmalarda taşınma ve kira ücretlerine yönelik devlet katkısı teminat altına alınmalıdır.

Geçtiğimiz süreçte millet olarak yaşadıklarımız, Türkiye’nin birinci sorununun deprem olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Türkiye’de, İstanbul da dâhil olmak üzere birçok şehir için deprem kapıdadır. Bu nedenle, Meclis toplanır toplanmaz gündemini depremin yol açacağı muhtemel can ve mal kayıplarına engel olmaya, afet riskini minimize etmeye ayırmalıdır. Zira yaşam hakkından önemli bir mesele yoktur.

Türkiye bakımından 6 Şubat artık bir milat olmalıdır. Sırtını imar rantına dayamış olan, finansmanını buradan elde ettikleri haksız gelire bağlayan siyasetçiler bir daha geri dönmemek üzere gitmeli; yerlerine ahlaklı, liyakatli, tecrübeli kadrolar gelmelidir.

Bu değişim, Türkiye için çoktan bir tercih olmaktan çıkmıştır. Birkaç ay sonra yapılacak seçimler ise değişimin başlaması açısından önemli bir fırsattır.

Hepimiz için bir ihtimal daha var: O da yaşamak!

                                                                                   Doç. Dr. Tevfik Sönmez Küçük