Barışı konuşmak, konuşabilmek… Bu, salt bir siyasal tercih değil, bir toplumsal zorunluluktur. Bugün memlekette barışı telaffuz etmek bile kimi çevrelerce cesaret işi sayılıyorsa, asıl sorunun siyasette değil, toplumsal vicdanda derin yaralar açan suskunlukta olduğu görülmelidir.
Barış, her toplumun ve her canlının asli ihtiyacıdır. Ne faşizme, ne savaşa, ne de sömürüye alan tanır. Dolayısıyla barış talebi, yalnızca çatışmasızlık değil, aynı zamanda eşitlik, özgürlük ve adalet talebidir. Bu nedenle barışı savunmak, politik bir lütuf değil, insani bir görevdir.
Sırrı Süreyya Önder’in vefatıyla birlikte yeniden gündeme gelen barış meselesi, bu topraklarda hâlâ ne denli kırılgan bir yerde durduğunu gösteriyor. Onun yaşamı boyunca kurduğu sözler, bu ülkenin barış hafızasında silinmeyecek izler bırakmıştır. Şimdi ise, ardında bıraktığı mirasıyla yüzleşmek ve devamını getirmek bizlere düşer.
Eğer siyaset, barışı sağlamak için çabalamıyorsa; engelleme, yokuşa sürme veya susma gibi bir hakka da, misyona da sahip değildir. Toplumsal barış için mücadele etmeyen her siyaset, pozisyonunu zamanla kaybeder. Çünkü halk, barışı yalnızca söyleyenleri değil, uğruna bedel ödeyenleri de tanır.
Barış süreçleri dünya tarihinde de hep kırılgan ve bedelli olmuştur. Kolombiya'da FARC ile hükümet arasında yıllar süren müzakerelerin ardından 2016’da imzalanan barış anlaşması, halk oylamasında çok küçük bir farkla reddedilmişti. Süreci sahiplenmeyen toplumsal kesimler, o reddin ardından tekrar başlayan şiddetin ilk kurbanları oldu. On binlerce insanın hayatını kaybettiği o uzun iç savaş, barışın yalnızca bir imza değil, kolektif bir irade meselesi olduğunu gösterdi.
Benzer şekilde, Güney Afrika’da apartheid rejimi sona erdiğinde barış, yalnızca bir geçiş süreci olarak değil, aynı zamanda yüzleşmenin adı olarak da tanımlandı. Nelson Mandela’nın önderliğinde kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, devlet şiddetinin, ırkçılığın ve adaletsizliğin üstünü örtmek yerine açığa çıkararak toplumsal iyileşmenin yolunu açtı. Barış burada, adaletin ertelenmesiyle değil, adaletin ses bulmasıyla mümkün oldu. Bu tarihsel örnek, barışın ancak cesur bir yüzleşmeyle kalıcılaşabileceğini bizlere hatırlatıyor.
Barış hakkında söz kurmak, geciktirilecek bir eylem değildir. Bu meselede imtina edenlerin değil, cesaretle söz söyleyenlerin zamana meydan okuduğu bir dönemdeyiz. Söz şimdi bizde, sorumluluk da öyle.