Türkiye’de hâkim siyasal atmosfer, yalnızca farklı ideolojik kampların çatışmasıyla değil, bu kampların her şeyi kendi mutlak doğruları üzerinden tarif etmesiyle de şekillenmiştir. Seküler-ulusalcı kesimler ile siyasal İslamcılar, herkesi kendi ideolojilerine, inançlarına mensup sayıyor veya dayatıyor. Bu iki ideolojiye de aykırı kesimler, kutuplaşmanın dönemsel yükselişlerine paralel olarak daha çok baskıya, yok sayılmaya maruz kalabiliyor.
Çünkü bu iki kutup, matematikteki “üçüncü halin imkansızlığı” kuralına benzer bir şekilde katı pozitivist bir yaklaşımla başka bir seçeneğin imkânsızlığında ortaklaşır.
Türkiye’de 29 Ekim'i paylaşmayan cumhuriyet düşmanı, Ramazan’da oruç tutmayan ise dinsiz addedilebilir. Herkes kendi ritüelini toplumun ortak normu gibi dayatırken, farklı düşünenlerin nefes alma alanı daraltılır. Bu dayatmalar yalnızca sosyal medya ya da bayram mesajlarında değil, siyasal temsilde, bürokraside, hatta gündelik ilişkilerde dahi yankı bulur.
Bu durum, Türkiye'deki demokrasi kültürünün hâlâ olgunlaşmadığının göstergesidir. Zira gerçek bir demokratik toplum, yalnızca fikirlerin serbestçe ifade edilmesini değil, hiçbir görüşe angaje olmayan duruşların da meşruiyetini tanır. Oysa bizde bu mümkün değil. Üçüncü hâlde duranlara sürekli pozisyon dayatılıyor: “Ya bizdensin ya onlardan.” Bu dikotomi, siyasetten düşünsel iklime kadar geniş bir faşizan refleksi beraberinde getiriyor.
Bu düşünsel iklimin arkasında, pozitivist bir düz mantık işletimi yatıyor. Matematikte 1 ya da 0 vardır; ya vardır ya yoktur; ya doğrudur ya yanlış. Bu anlayışla şekillenen modern Türkiye’de, sosyal hayat da aynı indirgemeci mantıkla okunuyor. Oysa sosyoloji, matematik gibi çalışmaz. İnsan davranışları, inanç sistemleri, politik yönelimler ve kimlikler çoğu zaman hemhâldir, katmanlıdır ve çoğulculuğu içerir. Türkiye’deki hâkim kutuplaşma, bu katmanlılığı tanımıyor, tanımak istemiyor.
Kutuplaşma, yalnızca iki cephe yaratmaz; aynı zamanda bu cepheler arasında düşünsel göçü, geçişi, etkileşimi ve nötr kalmayı da suç hâline getirir. Bu yüzden Türkiye'de orta yerde durmak, sessiz kalmak ya da her iki tarafı da eleştirmek cesaret ister hâle gelmiştir. Bu cesaretin eksikliği ise demokrasinin gerçek kök salmasını engeller.
Oysa demokrasinin en asli unsurlarından biri, eleştirel mesafedir. Herkesin bir şeye angaje olması değil, farklılıkların ve mesafelerin güvenli biçimde yaşanabilmesidir esas olan. Türkiye'nin ihtiyacı olan şey, artık üçüncü hâli “imkânsız” görmeyen; onu bir olanak, bir zenginlik ve çoğulculuğun temeli sayan bir zihinsel dönüşümdür.
Bu, halkın birbirini ötekileştiren ve kutuplaştıran mutlak muhafazakârlığın kendi etrafına ördüğü kabuğu içeriden çatlatma çabası ile aşılacak bir olgu gibi görünüyor.