Türkiye, 1996’daki “Susurluk kazası”ndan sonra bir kez daha mafya-siyaset-medya işbirliğinde yaşanan “asimetrik savaş”ı, “derin devlet”i, “rutin (hukuk) dışı işler”i konuşuyor. Öncekinde bir kamyon her şeyi ortalığa saçmıştı, şimdi “bir tripod, bir kamera”.

Bu tekerrürün tarihsel ve toplumsal koşullarına dair ayrıntılı analizler yapılması gerekiyor elbette. Fakat çok temel bir benzerliğe dikkat çekmek istiyorum. Siyaset-mafya-medya işbirliğinin ayyuka çıktığı iki dönemin de, yani 1990-1996 ve 2015-2021 dönemlerinin ikisinin de, iktidarın toplumsal muhalefeti bastırmak için yazılı hukuk kurallarını bile işletmediği, her türlü işi hukuk dışı yollarla halletmenin bir rutin haline getirildiği dönemlerdir. Sadece iktidarın hukuk dışı örgütlerle işbirliği yapması değil mesele, bizzat kendisinin hukuk dışı davranmasıdır. Yani iktidarın mafya eliyle bazı işleri görmesi değil, örneğin ihale kanununa ya da çevre kanununa da uymayarak işlerini görmeye çalışmasıdır.

Bir iktidarı hukuk dışı davranmak zorunda bırakan şey elbette ki çıkar ve ranttır. Her siyasi iktidar yani hükümet, siyasi ve bürokratik gücünü kullanarak, “bal tutanın parmağını yaladığı” bir sistem kurar. Gerek ekonomi politikalarıyla gerekse de bizzat “ulus” adına maliklik yaptığı “devlet”in “kamusal malları”nı (devlet eliyle kurulan fabrikalardan park-bahçelere, ormanlardan nehirlere, göllere kadar bütün müşterekleri) ve “ulus”tan -ki esas olarak “halk”tan- toplanan vergilerle oluşturulan “kamu bütçesi”ni “yandaş şirketlere” aktararak bu sistemi kurar. Bu şekilde kurulan bir sistemde her zaman belli kesimler (örneğin 20 yıllık AKP döneminde 5’li çete diye anılan inşaat şirketleri gibi) zenginleşirken belli kesimler de bu “haksız rekabet”ten dolayı kriz yaşar. Halk ise her halükârda yoksullaşır. Dolayısıyla çatışma kaçınılmaz olur.

Türkiye’nin yeniden hukukun ilga edildiği bir sürece girmesinin ve yeniden siyaset-mafya-medya ilişkilerinin ayyuka çıkmasının temelinde de işte bu kaçınılmaz çatışma fay hatları var. Bu fay hatlarının başında elbette Kürt sorunu ve bu sorun etrafında büyüyen muhalefet hareketi var; bu sürecin esas domine edici alanı da burasıdır. Çatışmaya neden bir diğer fay hattı da iktidarın çıkar ve rant sisteminin temel taşıyıcısı olan inşaat ve enerji politikalarına karşı gelişen “çevre direnişleri”dir. Belki bunlara başka (örneğin emek-sermaye çelişkisi gibi) fay hatlarının da eklenmesi gerekir ama ben burada bu ikinci fay hattı üzerinden Karadeniz’in nasıl “mafyanın milli parkı” haline getirildiğine eğilmek istiyorum.

Karadeniz’de oynanan oyunun oyuncuları otuz yıldır hiç değişmedi. Karadeniz’in üzerinden 12 Eylül faşist darbesi ile adeta silindir gibi geçtiler. Tarihin o döneminin sayfalarını karıştıranlar fındık ve çay üreticisi olan emekçi köylülerin, gençlerin dillere destan mücadelesini görecektir. Bölgede ne kadar muhalif insan varsa hepsi işkencelerden geçirildi, tutuklandı, yıllarca hapsedildi. Karadeniz, 12 Eylül askeri yönetimi ile -başka mahiretleri yanında iyi bir söz ustası da olan sevgili Tanıl Bora’nın betimlemesi ile- “her türlü tarikatın, mafyanın, milliyetçiliğin milli parkı” haline getirildi. Köylülerin dernekleri, kooperatifleri kapatıldı. Halktan yana ne kadar örgütlenme varsa dağıtıldı. Ve sonra da Karadeniz’in Karadenizli siyasetçiler ve inşaat şirketleri eliyle yağmalanmasına girişildi.

İlk adım Karadeniz Sahil Yolu Projesi ile başladı. Bugün karşımızda duran Cengiz Holding, Kolin gibi birçok şirketin devletten aldığı ihalelerle zengin olma macerasının başlangıç noktası da Karadeniz sahil yoluydu. Proje 3 etapta inşa edilecekken sonradan 13 parçaya bölündü. Bu 13 parça da bugün yakından tanıdığımız şirketlere “dağıtıldı”. Çünkü ihale yapılmadı, ihaleye hak kazanan şirketler elenerek iktidara yakın 13 şirkete dağıtıldı. Bu ihale(sizlik) yüzünden dönemin ulaştırma bakanı Yüce Divan’da yargılandı. Avukat Cihan Eren açtığı dava için gittiği memleketi Rize’nin Fındıklı ilçesinde uğradığı silahlı saldırı sonucu 2005 yılında öldürüldü. Olayı üstlenen genç “Kurtlar Vadisi dizisindeki Polat Alemdar’a özeniyordum. Ünlü birini vurmam lazımdı. Fındıklı’daki en ünlü kişi de Cihan Eren olduğu için onu vurdum” diye savunma yapmıştı.

Avukat Eren öldürülmeden önce 3. derece sit alanı ilan edilen Fındıklı Aksu Sahili’ne ilişkin karar, Eren öldürüldükten sonra Karayolları Genel Müdürlüğü’nün başvurusuyla Trabzon Bölge Koruma Kurulu’nca kaldırıldı. Trabzon İdare Mahkemesi bu kararı esas alan imar planını iptal etmişti. AKP’li Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Özak’ın onayıyla yol inşaatı tekrar başlatıldı.

2001 krizi ile birlikte Türkiye’deki merkez siyasetin çöküşü ve tasfiyesiyle iktidara gelen siyasal İslâm geleneğindeki AKP’nin “ileri demokrasi” vaadi ile doğa ve kent suçu işlenmeden, yani demokrasi sınırları içinde hayata geçirilmesi imkânsız olan inşaat ve enerji yatırımlarına dayanan birikim modeli arasındaki çelişki, 2010 Anayasa referandumundan başlamak üzere 7 Haziran 2015 seçimleri ile biten bir süreçten sonra, demokrasinin “buzdolabına kaldırılması” ile sonuçlandı.

Kentlerdeki “kentsel dönüşüm projeleri”, kamuya ait alanların, arazilerin dev AVM ya da site inşaatlarının şantiyesi haline getirilmesi, “duble yol projeleri”, başta 3. Köprü, 3. Havaalanı, Osmangazi Köprüsü gibi projeler ile kırsal alandaki nehir tipi ve baraj tipi HES projeleri, termik ve jeotermal santraller, taş ocakları, başta kömür, linyit olmak üzere madencilik faaliyetleri, kıyılarda ve orman alanlarındaki ruhsatlı/ruhsatsız yapılaşma, hatta RES ve GES projeleri ve turizm adına yapılan “Yeşil Yol Projesi” vb. inşaat ve enerji odaklı “kalkınma” hamleleri, bu projelerin uygulandığı “yaşam alanları”ndaki yurttaşların tepkisi ile karşılaştı. Bu tepkilerin birçoğu, iktidarın “arka bahçesi” olan ya da öyle gördüğü Karadeniz gibi bölgelerde cereyan etti.

Başkalarıyla birlikte Karadeniz’deki bu yurttaş tepkisine karşılık olarak yurttaşlar bizzat en tepedeki isim tarafından “birkaç çevreci tip” ilan edilerek hedef haline getirildi. Yaşam alanlarındaki hidroelektrik santral projelerine ya da buna benzer projelere karşı, Karadeniz’in ilçelerinde iktidara muhalif yurttaşlar “yürütmeyi durdurma”, “proje lisans iptal” davaları açarak haklarını aramaya çalışırken, yerel ve merkezi iktidarın tam desteğini alan şirketler ne mahkeme sonucu beklediler ne de mahkeme kararına riayet ettiler. Birçok HES projesinde yerel mahkemelerin ve bölge mahkemelerinin “kamu yararı olmadığı”, “çevreye geri dönüşsüz zarar vereceği” ya da “proje dosyasında usulsüzlükler olduğu” gibi gerekçelerle “yürütmeyi durdurma” ve “ÇED iptal” kararları vermesine rağmen HES’ler yine de inşa edilerek törenle hizmete açıldı. Bugün Rize İkizdere’de ihtilafa neden olan taş ocağı projesinde de halihazırda süren bir mahkeme varken, mahkeme kararı beklenmesi gerekirken, fiilen ve cebren faaliyetin başlatılması gibi birçok örnek yaşandı. Örneğin Yeşil Yol Projesi için Danıştay, projeye temel olan Çevre Planı’nı bazı yönlerden iptal etmesine rağmen proje hayata geçirildi. Rize Çamlıhemşin’de Yeşil Yol Projesi’ne karşı çıkanlar, “terör örgütüne dolaylı yardım etmek”le itham edildi.

Mesele bu kadarla sınırlı kalmadı elbette. İktidarın cebren ve hile ile iş yürütme tarzı ve yarattığı hukuksuzluk her yere sirayet etti. Örneğin Artvin’de - kahramanımız hep aynı - Cengiz İnşaat’ın siyanürlü madencilik projesine karşı mücadeleyi “cebren ve hile ile bastırmak” için önce ildeki mafya bozuntusu tiplerle “yandaş basın”ın bir araya getirildiği bir dernek kurduruldu. Bu derneğe faaliyetleri için düzenli maaş vaat edildi. Rize’de Ambarlık HES projesine karşı tek başına mücadele eden ve kamuoyunda “ineğini satarak HES’i durduran Yurttaş Kazım” olarak tanınan Kazım Delal, tehditlere boyun eğmeyince fiziki saldırıya uğradı, mahkemelere mafyatik tipler getirilerek korkutulmak istendi. Trabzon Çaykara’da ise HES’e karşı direnen köylülerin üzerine direkt mafya sürüldü. Mafyanın saldırıları sonucu yaralananlar oldu.

Hemen belirtelim ki, Antalya’da Ali ve Aysin Büyüknohutcu çiftinin 4 yıl önce öldürülmesi de bu koşullar dahilinde gerçekleşti. Yani kısaca, siyasi iktidar burada da kendi yandaşlarına çıkar ve rant sağlamak için geliştirdiği politikaları uygulamak ve bu politikalara karşı çıkanları da bastırmak için hukuku ortadan kaldırarak hukuksuzluğu getirdi. Bu yolla da hukuksuz işler yapmak norm haline geldi. Mafyacılığın milli parkı böyle inşa edildi. Ve böylece Susurluk olayında karşımıza çıkan bütün isimler, devletin sürekliliği denilen şeyin mafyalar için de geçerli olduğunu gösterircesine yine karşımıza çıktı.