Devlet yaşamının da tıpkı insan yaşamının geçtiği aşamaları takip ettiği, sık kullanılan metaforlardan biri. Ve bu süreç, yine insan yaşamı gibi sembollerle süslü. Sembollere yüklenen anlamlar yer ve zamana bağlı olarak değişse de tıpkı insan gibi devletleri de daha geniş anlamda kavramamıza neden oluyor. Bu sembollerden en bilineni bayraklar. Hem insan hem devlet için ortak kullanımda olan temel sembol.

Tarih -kimilerince gülümsenerek karşılansa da- kişiler gibi devletlerin de sembollere çok önem verdiğini gösteriyor. Kitleleri harekete geçirmede, geçmişten gelen yükü taşıyan belirli yerlerin, tarihlerin kullanılması çok sık karşımıza çıkıyor. Yakın tarihte bilinen örneği; Versay anlaşmasının imzalandığı tren vagonunun, Paris işgalinden sonra Hitler tarafından teslim için kullanılmasıdır.

Bize gelirsek… Uzun zamandır iktidarın, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılını; Cumhuriyetle hesaplaşmak, kuruluş temellerinden koparmak için bir sembol olarak belirlediğini ve bunu kendisine bağlı kitleleri harekete geçirmek için kullanmaya çalıştığını görüyoruz. Ne ilginçtir ki; gerek ülkede, gerekse bölgede yaşanan koşullar, bu hesaplaşmayı fazlası ile Cumhuriyet’in kuruluş dönemine denk düşer halde gösteriyor.

Doğu Avrupa, Orta Doğu, Baltık ülkeleri… Bu bölgeler, yine ufak bir kıvılcımla büyük savaşa dönüşebilecek haldeler ve görünen o ki Türkiye Cumhuriyeti de tıpkı bir asır önceki Osmanlı gibi, ekonomik, askeri ve toplumsal bölünmüşlüğü ile yine hazırlıksız durumda.

2023’te yaşanacak büyük hesaplaşma öncesi yeni bir Atatürk ya da en azından onun gibi “sevilen” bir lider arayışı sürekli olarak seçmene pompalanıyor. Üstelik bu “Cumhuriyet’i koruma” sembolü altında yapılıyor. İyi de bu Cumhuriyet 103 yıllık bir Meclis’e sahip. Gazi bir meclis. Devlet kurmuş, savaş yönetmiş bir meclis Türkiye Büyük Millet Meclisi. Neden yok sayılır ki? Mustafa Kemal’in “kurtuluş için; olmazsa, olmaz” dediği TBMM neden son dönemlerde, hem iktidar hem bazı muhalif görünen kesimler tarafından yok sayılmaktadır? Gelinen noktanın taşlarını döşeyen, ucube bir Türk tipi başkanlık yönetiminin ürettikleri ortadayken, neden ısrarla “Bizden bir RTE” arayışı sürekli olarak seçmene pompalanmaktadır?

Bana kalırsa; 1980 darbesi ile başlayan ve sonunda Siyasal İslam’ın iktidara gelip, ülkeyi mahvetmesi ile sonuçlanan bir dönemin kapanma korkusudur bu. Atatürk döneminde kapanıp 1960 darbesi ile yeniden açılan “TSK’nın siyasete müdahale” yolu, 2023’te büyük bir mağlubiyetle kapanmak üzeredir. Kendini önceleri milliyetçi, bugün ise dinci-milliyetçi olarak tanımlayan grupların gayreti ile bağımsız Türkiye’den; önce Batı’ya, şimdi de Orta Doğu sermayesine bağımlı Türkiye’ye geldik. Laik Türkiye’den, şeriat taleplerinin yönetici tabaka tarafından dillendirildiği Türkiye’ye geldik. Bunlar yaşanırken, varlığını Cumhuriyet’e borçlu sermaye ve silahlı kuvvetler utanç verici biçimde işbirliğine gittiler. Her darbede faturayı; bağımsızlık, sosyal devlet, seküler düzen isteyen gruplara çıkartarak, ülkenin yüz yıl geriye gitmesine neden oldular.

1980 sonrası, yüzbinleri işkencelerden geçirip, ülkenin aydın gruplarını tıpkı bugün olduğu gibi ülkeyi terk etmeye zorladılar ve yönetimi mevcut kadrolara teslim ettiler.  TSK bunun bedelini kendi mensuplarına ağır şekilde ödetip saygınlığını yitirdi. Yaşanan yağmadan nemalanan sermaye ise yoksullaşmadan payına düşen zarara rağmen çekingen davranmakta ısrarlı. Kafa aynı kafa: Bu tayfa gitsin ama darbelere ezdirdiğimiz gruplar başa geçmesin…

TSK’nın kaybolan aparat özelliğinin yerine, medya, araştırma şirketleri, kullanışlı liberal okumuşlar ile kurdukları vakıf üniversitelerinde beslenmiş akademisyenler devreye sokuluyor.  

Kafa aynı kafa: TBMM olmasın, ortak akıl olmasın, hesap sorulmasın, eski defterler açılmasın, 40 yıldır süren ve sermayeyi zengin eden savaş son bulmasın. Bir tek adam bulalım ve kaldığımız yerden devam edelim.

Yarın: 1980-2023, savaş ekonomisi.