Hayatta bazı şaşmayan gerçekler var. Mesela üzeri kapatılan, yokmuş gibi davranılan sorunlar çok da uzun olmayan bir sürenin sonunda karşımıza dev bir kaosa dönüşmüş şekilde çıkıyorlar. Bu özel hayatta da böyle, iş hayatında da, toplumsal konularda da. Sakince tartışmak yerine üstünü kapatınca ya da tartışmaya çalışanı baskılayınca, basınçtan patlayan düdüklü tencere sonrası enkaza dönüyor ortam. Herkes aynı anda infilak ediyor. Son zamanların en kafa karıştıran konusu kontrolsüz göçte de, bu düdüklü tencerenin patlamak üzere olduğu anda olduğumuzu düşünüyorum.

Politik doğruculuğun, sosyolojik bir kanser türü olduğuna inanıyorum. Öyle bir kitle var ki, “Odada fil var” desen, “Fil deme yalnız, body shaming oluyor” diye karşılık veriyor. Her kelime damgalandığı için, ana konuyu tartışmak mümkün olmuyor. Kontrolsüz göç konusu da ırkçı damgalamasından öteye gidemediğinden, anlamlı bir tartışma yürütememek toplumu patlamaya hazır barut fıçısı haline getiriyor.

Bir süredir tüm sosyal medya hesaplarında ana sayfalarım, Türkiye’de yaşayan Afgan ve Pakistanlılar tarafından gizlice çekilen, kadınların gündelik hayattan görüntüleriyle dolu. Vapurda demire yaslanan, metro merdivenlerinde yürüyen, eğilip bir şey alan kadınların bedenlerinin belli alanları gözetlenmiş ve sosyal medyada malzeme haline getirilmiş. Kadın olmak, zaten dünyanın her yerinde zor; Türkiye’de kadın olmaksa, ekstra yüküyle geliyor. Her gün yeni bir kadın cinayeti haberiyle uyanıyoruz, çoğu “hashtag” dahi olamıyor. Başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, son yıllarda kaybettiğimiz özgürlükler saymakla bitmiyor. Alanımız dar, her gün daha da daralıyor. Bahsettiğim şey konfor alanı da değil üstelik, bir Ortadoğu ülkesinde kadın olmanın “konforlu” bir alanı yok, “her şeye rağmen yaratılan alanı” var, korumak zorunda olduğumuz. Hal böyle olunca, özgürlüklerinden daha fazla taviz vermek istemeyen kadınların isyan bayraklarını çekmesi normal.

Gerçekten endişeli olduğunuz bir konuda sorununuzu ifade etmeye çalışırken; karşınızdaki kişinin sakince diyalog kurmak ve anlamak yerine, her fırsatta sorunu küçümseye çalıştığı anlar yaşamışsınızdır. Genelde çoğu sinir kriziyle sonuçlanır. Şu anda da benzer bir senaryo işliyor ve tehlike çanları çalıyor. Kadınlar yaşam alanımız diyor, biri çıkıp “küçük konfor alanlarınız” diye başlıyor. Afganistan ve Pakistan kültüründe taciz ve tecavüzün “normallik” derecesi, istatistikler, oğlan çocuklarına tecavüzü içeren baça bazi gibi kültürel öğeler öne sürülüyor; karşı taraf diyor ki “Burada tacizci mi yoktu amma abarttınız”, sorunun çözümü Türkiye’de de tacizci olmasıymış gibi. Sakin bir diyalog ortamı oluşmadıkça, çözüme giden yol her bir adımda daha da tıkanıyor ve insanlar kendi yankı odalarında birbirlerini körüklüyorlar.

Diyalog kuramamanın birden çok sonucu var. Bunu bir sorun olarak nitelendiren; ama aynı damgayı duymaktan fenalık gelen kitlenin, “Irkçıysam ırkçıyım yeter” isyanlarının başladığınız görüyorsunuzdur. Artık karşı tarafa bunun başka bir sorun olduğunu anlatmaya çalışmıyor, üzerine yapıştırılan damgayı kabul ediyor, dert etmiyor. Bu da tehlikeli bir şekilde ırkçı kelimesinin normalleşmesine neden oluyor.  Karşıt görüşle anlamlı diyaloglar kurulamadıkça, sosyal medya sizi kendi fikirlerinizi tekrar tekrar duyduğunuz bir yankı odasına hapsediyor. Farkındaysanız, medya zaten mülteci karşıtı haberlerle gündemi manipüle ediyor.

Oysa ki, bu ülkedeki mülteciler bizim yaşadığımız zorlukların kat be katını yaşıyor. Nefreti ülkedeki mültecilere kanalize etmek, tehlike çanlarını çaldırıyor. Hiç kimseye faydası olmayacak yükselen ırkçılık da en az diğeri kadar korkutuyor, iç kaos “geliyorum” diyor.

Çoğu 20-30 kişinin üst üste yattığı evlerde yaşıyor, korkunç koşullarda berbat maaşlarla çalışıyorlar. Belki de sokakta yaşıyorlar, bambaşka doğruların olduğu bir coğrafyadan geliyor ve kendi normallerini devam ettirmeye çalışıyorlar. 6 ay sokakta ve soğukta kalan bir sürü insanın zaten hırsıza ya da suçluya dönüşme oranlarının azımsanmayacak düzeyde olduğu istatistiklerle mevcut.

Bir de hiç adı sanı geçmeyen mülteci kadınlar var. Tacize uğrayan, üç kuruş paraya birilerine satılan, hiç söz hakkı olmayan, bir türlü haberlere yansımayan… Ortadoğu’da her ne olursa, kadınlara ve çocuklara oluyor. Mülteci sorununu konuşacaksak, hem değişen kültür ve korkan halk hem de zor durumdaki mülteciler açısından kapsamayı atlamamak gerekiyor.

Geldiğimiz noktada altı boş entegrasyon sözleri kimsenin içini rahatlatmıyor. Kültürel entegrasyon uzun ve meşakkatli bir süreç, üstelik masraflı da. Bizimse, en basit tabiriyle paramız yok. Dipteyiz, dibin dibine doğru gidiyoruz, her an patlayacak kaostan korkuyoruz. Anlatılması gereken şey entegrasyonun nasıl yapılacağı, somut plan önerileri, mantıklı yaklaşımlar.

Üstelik tüm bunlar tartışılırken, bir süredir Türkiye’de bulunan ve İranlı bir aktivist olan Fatemeh Dadvand İran’a gönderilme tehlikesiyle yaşıyor. Her millete yuva olan, kucak açan sevgili hükümetimiz, ülkesine gönderilirse öldürülme tehlikesi bulunan ve tek suçu ülkesindeki rejimi protesto etmek olan bir kadına yer bulamıyor.

Yöneltilmesi gereken öfke, ne birbirimiz ne de savaştan kaçıp evlerini terk etmek zorunda kalmış farklı milletlerden mülteciler değil; bu krize neden olanlar.

İktidarın bu kadar mülteciyi ülkeye alırken planı neydi? Her yer Arapça tabelalarla dolarken, ülkedeki en büyük azınlık grup olan Kürtler neden Kürtçe tabela koyamıyor? Bir tweet yüzünden cumhurbaşkanına hakaretten sırayla herkesin ifadeye çağrıldığı bugünlerde, şu anda ortalıkta kadınların videosunu çeken bu insanlar neden ceza almıyor? Ceza alıyorsa, neden medya yer vermiyor? Bir haber bile görmüyoruz. Bambaşka milletten gelen bir sürü insanın bu ülkede yaşayabilmesi için planlanan entegrasyon süreci nedir? Çözüm hepsini göndermek elbette değil, ama en azından suç oranının artmasını engellemek için mantıklı bir sınır dışı etme politikasını neden kimse dillendirmiyor?

Bir insanı ırkına göre değerlendirmemeyi en başta kendi deneyimlerimizden biliyoruz; ama bu demek değil ki, tacizciye, tecavüzcüye, katile de kucak açacak kadar yüce gönüllü olmalıyız. Gelişmiş ülkelerde oturum izni almak da, vatandaşlık almak da bir sürü emek ve zaman istiyor. Yatırım yapacağınız zaman dahi, herhangi bir suça karışıp karışmadığınızla ilgili araştırma yapılıyor. Savaş mağduru insanlara elbette kapımızı açalım; ama vatandaşlığı “patron çıldırdı” indirimleriyle satmanın, iç kaosu körüklemenin altındaki niyeti göremeyecek kadar saf mıyız?

İktidar dış politika stratejilerini çıkarları doğrultusunda yontuyor. İnsan değil, seçim stratejisi gözüyle bakıyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının değeri günden güne düşüyor. Her fırsatta dünyaya demokrasi vaazları veren Avrupa Birliği, Türkiye’de otoriter hükümetle anlaşıyor, parası neyse vererek mülteci akışını engelliyor.

Oysa ki, Türkiye için mültecilerin gerçek bedeli AB desteğinden çok daha fazla. Zaten alınan bu rüşvetin nereye ve nasıl harcandığı, entegrasyon süreçlerinin nasıl planlandığı, ülkede istikrarın olup olmadığı sorgulanmıyor. Batı kendine adeta rahat bir uyku satın alıyor. Öbür tarafta, ABD ani bir kararla başka bir Ortadoğu ülkesinde istikrarı bozuyor ve bir yandan dünyaya demokrasi dersi veren ABD bunu yaparken, otoriter bir rejimle el sıkışmakta bir beis görmüyor.

Artık “Kral çıplak!” diye bağırmak mı lazım, “Odada fil var” diye çığırmak mı bilmiyorum. Burada çift taraflı bir sorun var, göründüğü kadar da basit değil, konuşmak zorundayız. Muhalefetin de bunu gündemine alabilmesi önemli. Kısa söylemlerle konunun kapanmaması, sorunun derinine inmesi, doğru düzgün bir politika sunması ve bunu herkese anlatana kadar iletişimini yapması şart. Kimse iktidar sonrası gül bahçesi vadetsin istemiyoruz, ama en azından devralınacak enkazla ilgili planları, bu gençlik bilmeyi hak ediyor.