Reuters’ın haberine göre, Meta’ya bağlı platformlar, yani Facebook ve Instagram, kullanıcılarının Ukrayna işgali bağlamında Rus askerlerine karşı şiddet çağrısı yapmasına, hatta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin veya Belarus Devlet Başkanı Alexander Lukashenko'ya yönelik ölüm çağrılarına da geçici olarak izin verdiklerini açıkladı. Buna istinaden, Rusya’daki ABD Büyükelçiliği Meta'nın aşırılık yanlısı faaliyetlerini durdurmasını ve failleri adalete teslim etmek için önlemler almasını istediğini söyledi. "Meta'nın Ruslara karşı kin ve düşmanlığı kışkırtmaya yol açan saldırgan ve canice politikası çok çirkin" denildi. "Şirketin eylemleri, ülkemizde ilan edilen kuralsız bilgi savaşının bir başka kanıtıdır." diye de eklendi. Meta ise, "Bunu yapıyoruz çünkü bu özel bağlamda 'Rus askerlerinin Rus ordusu için bir vekil olarak kullanıldığını gözlemledik. Nefret söylemi politikası Ruslara yönelik saldırıları yasaklamaya devam ediyor." şeklinde bir savunma yaptı ve üstelik, normalde yasak olan Azak Taburu’nun övülmesine de izin vereceğini, şimdilik, Azak Alayı'nı kesinlikle Ukrayna'yı savunma bağlamında veya Ukrayna Ulusal Muhafızları’nın bir parçası olarak rolleri bağlamında övmek için bir istisna yaptığını söyledi.

Tüm bu olayları elbette öncelikle etik açıdan okuyabiliriz; ancak buraya gelene kadar teknoloji şirketlerinin kendi alanlarını genişlettiği örneklere bir göz atalım isterim. Youtube algoritmalarıyla oynayarak aşı karşıtı içeriklerin izlenmemesini sağladı. Twitter, Trump’ın tweetlerini engelledi ve bu süreç, Trump’ın kendi sosyal medya ağı Truth Social’ı kurmasına kadar ilerledi. Yine Twitter, Sputnik’te çalışan medya mensuplarının hesaplarını güvenilir olmayabileceğini öne sürerek etiketledi. Tüm bunlar için geçerli nedenleri de vardı. Aşı halk sağlığı ile ilgiliydi, Trump insanlara aleni şekilde yanlış bilgi veriyor ve manipüle ediyordu, devlete bağlı medya kuruluşlarından gelen haberler dezenformasyona yol açabiliyordu.

Peki bu şirketler hayatımız hakkında hangi ara, nasıl bu kadar söz sahibi olmuştu?

Dijital medya hayatımıza girdiğinde, en büyüleyici kısmı “ölçülebilir” ve “segmente edilebilir” olmasıydı, markaları cezbeden de buydu. Mesela, bir açık hava panosu kiraladığınızda oradan kaç kişi geçiyor, kaç kişinin gözü ona takılıyor ya da oradan geçen kişiler gerçekten sizin tüketiciniz ya da en azından potansiyel tüketiciniz mi bilemiyordunuz. Birtakım tahminler üzerinden kiralamalar yapılıyor ve daha geniş çerçevede reklam satın alması kararları alıyordunuz. Sosyal medya üzerindeki dijital reklamcılık ise, insanlara istediğiniz yaş aralığında, cinsiyette, hedeflediğiniz şehirlerde yaşayan, hatta anlık lokasyon bazlı, ilgi alanına yönelik hedefleme seçenekleri sunarak hayatımıza girdi. Devamında hedef kitlenizi belirlerken dahi yardımcı olmaya, datanızı yorumlamaya başladı. Tüketicilerinizin en çok hangi sanatçıları takip ettiğini, hangi spor dallarıyla ilgilendiğini, hangi dizileri izlediğini göstermeye başladı. Dolayısıyla artık sadece hedefleme ve ölçümlemeyle kalmıyor; hangi diziye ürün yerleştirebileceğinizi, hangi şarkıcının sesiyle jingle kaydedebileceğinizi, hangi futbol takımına sponsor olabileceğinizi rahatlıkla söylüyordu.

Filtrelemesini kendimizin yaptığı bir özet akış sistemi gibi başlayan sosyal medya, algoritmaların güçlenmesiyle bizden beslenmekle kalmayan, bizi de kontrol eden ve trendleri bize zorlayan bir güce dönüştü. Yani zihnimizden çanta almakla ilgili bir düşünce geçtiyse, bir kez aratıvermeye görelim; alacağımız çantayı bulana kadar her uygulamada, her sitede, her sekmede ayrı çanta görür olduk. Kazara bir beğen butonuna bastıysak, algoritma onu da anlayıp beğenebileceğimiz çanta alternatiflerini neredeyse rüyamıza kadar dizdi, ta ki biz “yeter ya, alıyorum” deyip siparişi verene kadar.

Elbette bu manipülasyon çanta ya da seyahat seçimlerimiz ile sınırlı kalmadı. Sosyal ağlar personalarımızı oluşturup hangi videoları beğendiğimizi, bundan sonra hangi videoyu gösterirse uygulamada kalacağımızı, hangi partiye oy verip saçımızı ne zaman kestireceğimizi, hangi işe başvurup kimden hoşlanacağımızı bizden daha iyi bilmeye ve bir dopamin vaadiyle bizi orada yaşatmaya başladılar. İletişimci Behice Sayat’ın Mikro Hedefleme ve Toplumsal Ayrışma’yı incelediği yazısında bahsettiği gibi, profilleme ve toplumsal ayrışmanın üç adımı var. İlki çeşitli haberlerle algı dünyamızın şekillendirilmesi ve haklılığımıza inandırılmamız üzerine kurulu. Bu adım atlatıldıktan sonra, iş yalnız olmadığımızı bilme ihtiyacına geliyor. Burada da yankı odaları devreye giriyor. Benzer ilgi alanlarında ve söylemlerde olan insanlar mütemadiyen karşımıza çıkıyor, bu da istersek yarın dünyayı değiştirebileceğimize olan inancımızı körüklüyor. Üçüncü ve son yöntem ise, bizim söylemlerimizin öne çıkarılarak etkileşim almaya başlamamızla harekete geçmeye hazır olduğumuza ikna olmamızdan geçiyor. Bunlar tamamlandıktan sonra, artık hazır duruma geliyoruz.

2020 yılında yayınlanan The Social Dilemma isimli belgeselde, bu sosyal ağlarda çalışmış kişiler açıkça büyük bir manipülasyonun içinde olduğumuzu anlatıyorlar. Google’ın eski Etik Tasarımcısı Tristan Harris, “Sosyal ağlar sizi ayartır, yönlendirir, sizden bir şeyler ister. Araç bazlı teknolojiden, bağımlılık ve teknoloji bazlı teknolojiye geçtik. Sosyal medya sadece kullanılmayı bekleyen bir araç değil. Kendi hedefleri ve psikolojinizi kullanarak bu hedeflere ulaşma yöntemleri var.” diyor. Kısacası, verdiğimiz datalarda kendimizi manipüle edilebilir hale getiriyoruz; ama elbette bireysel bilgi birikiminiz ve sınırlarımız var.

Tam bu noktada, gözümüzü “öngörücü algoritmalar”a doğru çevirmemiz gerekiyor.

Doç. Dr. Erkan Saka’nın “Polislik Algoritmaları Bağlamında Öngörücü Algoritmalara Eleştirel Bir Yaklaşım” makalesinde bahsettiği gibi, aslında çoktandır durum biraz Minority Report filmi, biraz da The Person of Interest dizisi gibi. Polis departmanları ve yargı süreçlerinde, gelecekteki gelişmeleri tahmin etmek için algoritmalar kullanılıyor, potansiyel kurban ya da suçluları tahmin etmeye çalışıyor. Algoritmalar hala onlara verilen bilgiyi işlediği ve bu bilgiler polis departmanlarından alındığı için, ırkçı ve taraflı sonuçlarla büyük başarılara ulaşılamıyor. Ancak yapay zekanın gelişmesi ve veriyi kendisinin işlemeye başlamasıyla birlikte, algoritma suça yatkın olduğunu saptadığı insanlara daha fazla nefret söylemi gösterme işini rahatlıkla halledebilecek gibi görünüyor.

Örneklendirebilmek için kısa bir senaryo yazacağım. Sabıka kaydı olan, daha önce suça karışmış, şiddete meyilli bir bireyi sosyal ağlar yakından tanıyor. Bu kişiye eş zamanlı olarak Rusya hakkında nefret söylemleri, zor durumda olan Ukrayna halkı, bomba yapımı videoları, tarihten ceza almamış suç örnekleri gösteriyor. Hatta belki de, yapay zeka sayesinde onu en çok etkileyecek görselleri buluyor ya da üretiyor ve saniyelik bilinçaltı mesajlarıyla hikayelerde gösterip yok ediyor. Şiddetin kahramanlıkla eşleştirildiği videoları arka arkaya izletiyor, bilinçaltına savaş tohumları ekiyor. Bunlar bir yandan saykodelik gelse de, bir yandan ben bu yazıyı yazarken ve siz okurken, hepsi yaşanıyor.

Tüm bu ihtimaller bana Marc-Uwe Kling’in Kalite Ülkesi adındaki bilimkurgu romanını hatırlatıyor. Yapay zeka başkan adayı olduğunda, bir programa çıkıyor ve konuşma yapıyordu: “Şu anda burada size ülkeyi kalkındırma planımı açıklarken, eş zamanlı olarak tüm vatandaşlar ile konuşup hepsinin sorunlarını dinleyebiliyor, tüm ülkenin mutluluk düzeyini optimumda tutacak şekilde her birine alternatifli çözüm önerileri sunabiliyorum. Benim dışımda hiçbir başkan adayına, halkın günün istediği saati direk olarak ulaşabilme ve sorunlarını birinci elden aktarma şansı yok.”

Yapay zekanın ne kadar gelişeceği, taraflı algoritmaları aşıp aşamayacağı ayrı bir tartışma konusu; ama şu anda üyesi olduğumuz sosyal ağlar pek de çaba harcamadan eş zamanlı olarak her birimize istedikleri haberi gösterme ve manipüle etme gücüne sahip.

Tarkan Konar’ın Independent Türkçe’de yayınlanan “Dijital devrimciliğe hazır mısınız?” isimli yazısında değindiği gibi, devletlerden fazla bütçeleri olan şirketlerin, kurmakta olduğu küresel sermaye sisteminde bir toplumsal örgütlenme modeli olarak, devlet fikrinin kendisinin ortadan kalkması ve yerine birçok devletten daha büyük olan bu şirketlerin geçmesi ihtimali tartışılıyor. Bildiğimiz emek/değer iktisadı üzerinden oluşan zenginliği bölüşmeyen bir sermaye düzeninden, devletlerin salt kolluk gücüne evrileceği bir düzene geçiş arifesinde olduğumuz söyleniyor. Bazı akademik ve sosyal ortamlarda ise, algoritma demokrasisi kavramı konuşulmaya ve tartışılmaya başlandı. Algoritmaların eşitlikçi olmasıyla ilgili çalışmalar yapılıyor, açık yazılım konusu tartışılıyor.

Kendi rızamızla gibi görünse de, dünyadan soyutlanmamak ve dışlanmamak için, dahil olmak zorunda olduğumuz bu sosyal ağlar, algoritmalarıyla bizi manipüle ediyor. Her geçen gün, gücü artan bu mecraların aldıkları kararlar demokratik olmaktan uzaklaşıyor. Bundan sonra fazlaca etik, data ve güvenlik konuşacağımız malum; ama asıl olarak direnişimizin algoritmalara ve algoritmaları demokratikleştirmeye yönelik olacağını söylemek, pek de yanlış bir tahmin olmaz diye düşünüyorum. Şu anda baktığımız yerden, devletlerden büyük şirketlere yönelik kazanılmayacak bir savaş gibi görülebilir. Çok uzun olmayan yıllar önce, insanların 18 saat süren mesailerde, sağlık güvencesi ve hafta sonu izni olmadan çalıştıklarını hatırlayalım. Belli ki, insanlık olarak sermayeye yönelik direnişimiz uzun bir süre daha, hatta belki de hiç bitmeyecek; sadece sermayenin tipi değişecek.

Arthur C. Clarke’ın da dediği gibi, “Yeterince gelişmiş her teknoloji sihirden farksızdır.” Hepimize kendi yankı odalarımızdan çıkabildiğimiz ve kendi kontrol mekanizmamızdan vazgeçmediğimiz bir sosyal medya deneyimi dilerim.