İnsan, genellikle, içinde olduğu ortamın dışarıdan nasıl göründüğünü tahmin etmekte; hem zorlanıyor, hem de bazen gördüklerinden rahatsız olacağı için yok saymaya, kendince hafifletici nedenler üretmeye çalışıyor.

Azimlilerin “Senden iyi olanlara özen, daha fazlasını elde etmek için çalış” tavsiyesi ile tevekkül sahiplerinin “Senden kötü olanları düşün ve şükret” tavsiyeleri arasında yaşadık bir asrımızı. 100 yıllık bir süreçte, bu ülkenin vatandaşları; batının aydınlanma noktasına gelip, geçme hedefi ile çıktıkları yolda, yavaş yavaş, sindire sindire; şükür doğu Avrupa’dan iyiyiz, şükür Balkanlar’dan iyiyiz, şükür Orta Doğu’dan iyiyiz ve bugün şükür Pakistan ve Afganistan’dan iyiyiz, bak bize sığınıyorlar noktasına geldi.

1980 Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kırılma noktasıdır. 12 Eylül’den başlayarak –o bilinen metaforla- “doğuya giden bir trende, batıya koşan yolcular” dan, “doğuya giden trende, en öne koşan, daha hızlı gitsin diye, lokomotife kömür taşıyan yolculara” evrildik. Türkiye’yi vatandaşlarına bırakamayacak kadar önemli gören sermaye ve TSK, “dış mihraklar bölmek istiyor” yalanı ile içeriden bölme konusunda büyük bir başarı elde etti.

1980 aynı zamanda Türkiye’nin savaş ekonomisi ile tanışmasıdır. O tarihten itibaren; önce PKK ile mücadele, ardından Afganistan, Irak, Suriye devamında Libya, Somali… Dünyanın dört bir yanında savaşan askerleri ile onlara mühimmat ve lojistik üreten bir ekonomi. Eğitime, sağlığa, tarıma ayıracağı kaynakları, silah ve mühimmat almaya, üretmeye harcayan bir ülke. O ölçüde bir bulaşmışlık ki, geldiği noktada; yıllardır doğu bekçiliğini yaptığı, en kalabalık askerini silahaltında tuttuğu NATO’dan dışlanmayı göze alarak, düşürdüğü uçak bedelini kullanmadığı milyar dolarlık hava savunma sistemleri ile ödüyor.

Savaş ekonomisinde kendini yetiştirmesi gereksizdir savaşçının. Ölebilmesi ve öldürebilmesi yeterlidir. İnancı olmalıdır savaşçının. Bu hayatta kendinden esirgenenlere, bilinmez cennette ulaşabileceğine inanarak, güle oynaya gitmelidir savaşa. Ayakkabıları yırtık, doğduğundan beri gün görmeyen, toprağını, deresini, hayvanlarını büyük sermayeye kaptırmış annesi babası onun şehit ya da gazi olmasını şükrederek karşılamalıdır. Bu yüzden en iyi eğitim İHL ’dir savaşçı için.

Ölenlerin ve öldürenlerin hepsi fakir olmalıdır. Dünya nimetlerini görenlerin, bilinmez bir cennetin nimetleri için savaşmayacağını bilir yönetenler. Ölenlerin ve öldürenlerin, üniformayı giymeden önceki hayatlarından özledikleri hiçbir şey olmamalıdır. Kahramanlık yaftaları boyunlarında, ellerinde yaşıtlarının kanı ile dönmelidirler savaştan. Bu yüzden hep bayrakla dolanmalıdırlar ortalıkta. Üç kuruşluk gazi maaşları yetmeli, gururlarının sesi, midelerinin gurultusunu bastırmalıdır. Ölümüne savaşacak olan yeni evlatlar yetiştirmelidirler.

Savaş, yalnızca ekonominin değil, sosyal çürümenin de kaynağıdır. Savaşçı vatanı için verdiği savaşta, ölür/öldürürken, onu savaşa gönderenler; arkasına saklandıkları bayrağın korumasında, istediğini yapmakta kendini özgür hisseder. Ülkeyi; uyuşturucuya, insan kaçakçılığına, teröre boğan ayrıcalıklı guruplar oluştururlar. Ve biz, bugün hala, bu gurupların ve uzantılarının ülke siyasetinde baskısını yaşıyoruz. Hatta “seçimin sonuçlarını kabul edip etmeyeceklerini” sorgulamak zorunda kalıyoruz.

Öyle bir gurup ki, herkes; yaptıklarını biliyor, görüyor ama engel olamıyor. Çünkü kendini milliyetçi olarak tanımlayan bu halk düşmanları, kendini dindar olarak tanımlayan tarikat görünümlü çetelerle, özgürlük savaşçısı rolünden, terör örgütü olmaya evrilmiş gruplarla ülkeyi paylaşmış durumdalar. Halka ait; kurumları, limanları, arazileri, madenleri, doğal kaynakları yağmalamakta yarışıyorlar. Karşı çıkanları; vatana ihanetle, ülkeyi bölmekle, davaya ihanetle suçlamak için gazeteleri, televizyonları, sosyal medya siteleri, silahlı tehditleri var. Çaldıklarının ulufesi ile besledikleri bir avuçluk siyasal örgütleri; dini, imanı, bayrağı, ırkı sembolden ibaret kalan destekçilerini kırıntılarla besliyor.

Atanmış bir bakan, meclis çatısı altında “dolarla maaşa bağlanmış bir vekil” olduğunu, Meclis Başkanlığı yapmış isim başkentin “parsel parsel bir guruba satıldığını”, başbakanlık yapmış bir diğer isim “terörle mücadele altında nelerin olduğunu “ anlatarak ortalığı birbirine katabileceğini söyleyebiliyor. Kendini Kürt hareketinin lideri olarak tanımlayan ise demokratik mücadeleyle haklarını almaya çalışanların karşısına dikilebiliyor, mektuplar döşenebiliyor.

Meclis’te “barış içinde, çözüm” diyen bir demokrat, devlet tarafından çıbanın başı olarak hapiste tutulurken, onun sesini kısmaya çalışanlar, üç kişiden birinin polis olduğu bir sokakta, silahlı örgütün lideri için yürüyüş yapma olanağı bulabiliyor.

40 yıldır aynı isimleri görüyoruz. Hepsi, başını ve sonunu bildiğimiz, 40 yıldır sürekli izlediğimiz bir filmin aktörleri.  Bu 40 yılın sonunda, ülkeyi yıkımın eşiğine getirenler, bütün rezillikleri ortaya çıktığı için şimdilik ortalıkta görünmemeye çalışıyor. İsimleri, yat limanlarının ihalelerinde, Kıbrıs’ta el konulan kumarhanelerde, Güney Amerika’ya giden yardımlarda, başka ülkelerde yakalanan ama nedense isimleri açıklanmayan uyuşturucu nakillerinde, bölgelerinden geçen eroinden alınan paylarda şöyle bir görünüp kayboluyor.

Yeni hedefleri 2023. Yıkıma sürükledikleri ülkede, onlardan hesap soracak, demokrasi içinde çözüm arayacak bir Meclisin etkinliğini engellemek, barışın hâkim olacağı bir ülkeye engel olmak için hırsla saldırıyorlar. Sosyal medya trolleri kiralıyorlar, araştırma şirketlerini yemliyorlar, yasaklar getiriyorlar, dün savaştıklarına, bugün destek veriyorlar. Tek korkuları var, alıştıkları savaş meydanının kapanması. Yaşam kaynakları olan “Savaş Ekonomisi” nin bitmemesi için, varlık-yokluk savaşına hazırlanıyorlar.

Yarın son bölüm.

2023: Meclis mi - Çeteler mi? Tamam mı - Devam mı?