Virüsün Türkiye’ye de yayıldığının açıklanması üzerinden iki haftadan fazla zaman geçti. Koronavirüs günlerinde birçok kişi evinde karantina günceleri tutarken, bir yandan da bu olağanüstü koşullar altında, sıradan bir kriz deneyim süreci yaşıyoruz. Öncelikle “şüphe” ortaya çıktı. Bütün dünyada olup, hatta sınırlarımızın etrafını çizen ölümcül bir virüs nasıl oldu da Türkiye’ye gelmedi? “Virüs bile Türkiye’den kaçtı” esprileri ve ardından “o gece!” Koronavirüs’ün Türkiye’de bir vakada görüldüğünün açıklanmasıyla birlikte hemen ertesi gün derinden gelen küçük bir panik dalgası; eşzamanlı olarak aile/eş/dost/akraba mesaj gruplarına neredeyse aynı anda düşen “bir arkadaşın, kuzeninin, yengesinin, halasının oğlu söylemiş, kesin doğruymuş” şeklindeki mesajlar. Panik dalgasının öncü etkilerini de aslında ilk vaka açıklanmadan hemen önce görmeye başlamıştık; yüzüne maske takanlar, eldiven giyenler… Ve bir anda bu kişilerin sayısı arttı, genel olarak sokaklarda, otobüslerde, vapurlarda, metrobüste, metroda seyahatte olanların ise sayısı günden güne azaldı. Fakat şahsen yine de bu günlere dair en belirgin olarak hatırlayacağım şey, ilk günlerde saat 9’da açılan marketlerin, saat 9.20’de adeta talan edilmesiydi. Bu panik hali tehlikeli… Bir yandan “ne olursa olsun burası Türkiye, ne olacağı belli olmaz, hazırlıklı olmak lazım” diye düşünüp yine de birkaç günlük gıda ve evde eksilmiş olan temel temizlik malzemelerini almış olsam da, markette karşılaştığım gibi, muhtemelen önümüzdeki iki ay boyunca markete gitmese aç kalmayacak gibi bir çılgınlıktan da uzak durdum.

MESAFELER VE ZAMANLAR

Virüsün Türkiye’de 21 benim ise evde 18. günüm… Bu süreçte gerçekleşen değişimlere hızla ayak uydurduk. Birçok kişi kendi mahallesinden dışarı çıkmıyor. Alışverişini olanaklar elverdiğince toplu halde yapıp evde vakit geçiriyorlar. Otobüs hatları seyreltiliyor; metronun çalışma saatleri kısalıyor. Bu sürecin bir kısmı bana 2007 yılında Uppsala Üniversitesi’nde okurken İsveç’te geçirdiğim zamanı hatırlatıyor. Birçok sebepten -fakat başlıca olarak iklimsel nedenlerle- toplu bir alışveriş yapıp Kantorsgatan’daki odamda uzun bir süre boyunca tek başıma vakit geçirdiğim oluyordu. Yabancı bir ülkede kimseyi tanımadan yerleşilen bir ortamda, farklı bir kültürün içerisinde neyse ki o dönemde de internet üzerinde dizi ve film izlenebilecek mecralar bulunabiliyordu. Genel olarak ev içinde sıkılmadan uzun süreler de kalabilirim; fakat şahsi-izolasyonun getirilerinden biri, bir süre sonra içe dönüş, geçmişi değerlendirme, dünyada bulunduğun konumu ve içinde yaşadığın zamanı ölçme evresine geliyor. Özellikle de zaman/mekan ilişkisine baktığım anlar, değişen koşullara göre normal şartlar altında işten çıkış saati olan vaktin, bugünlerde boş sokaklara bakıldığında adeta ıssızlığın ortasında herkesin unuttuğu bir zaman dilimi hissi uyandırıyor. Normalde olsa "erken" olarak nitelenebilecek zaman dilimi, şu sıralar "gecenin bir yarısı" izlenimi bırakıyor... Bu hissi tanıyorum; güneş görmeden geçen günlerde İsveç'te de yaşamıştım bunu. Yine aynı şekilde, “Evde Kal” çağrılarına uyup mahalle içerisinde bile hareketliliği olabildiğince sınırlayarak, 5-6 günde bir yalnızca üst sokaktaki markete kadar gidince, mesafeler gözümde uzamaya başlıyor. Mahallenin tepesindeki otobüs durağı, bir sonraki semtteki duraklar, Istanbul’un Anadolu yakası… Memleketim Kırklareli… Uzak diyarlarda katılmam gereken toplantılar, Oslo, Berlin, Katowice… Şu günlerde hayal bile edemiyorum kapatılan tüm sınırlar ve engellenen ulaşım olanakları nedeniyle. Ama en çok da sürekli evde vakit geçirmekten, yeni yaşam alanımı daralmış halde hissediyorum. Evin içinde, tek başına yaşayan bir çok yaşlının yaptığı gibi evin bir o tarafından çıkıp camdan bakıyorum, bir diğer tarafından. Karşı apartmanlardaki kişilerle sözsüz bir iletişim bile geliştirdik.

İSVEÇ'TE FLOGSTA ÇIĞLIĞI

Tüm bunlar bana İsveç günlerimi hatırlatmaya devam ediyor. En çok da “Flogsta Çığlığı”… İsveç’in Uppsala Üniversitesi’ne giden öğrencilerin hızla öğrendiği ve bir çoğunun da adapte olduğu bir uygulama vardır. 1970’lerde başladığı iddia edilen bu geleneğe göre, Uppsala kent merkezine oldukça yakın konumlanmış olan Flogsta semtindeki öğrenciler her gece saat 10’da yurtların camlarına, balkonlarına çıkarak avazı çıktığı kadar bağırıyorlar. Bu çığlık bireyselliğe oldukça fazla önem atfeden İskandinav insanları için biriken gerilimden kurtulmanın bir yöntemi; yan-etki olarak da aynı zamanda mükemmel izolasyonlu binalarda yaşam alanını zorunlu havalandırmayı sağlıyor. Gece saat 10 çığlığının Uppsala Üniversitesi öğrencileri için bir diğer etkisi de, bireylerin aynı zamanda kitlesel bir davranışla topluluk olduklarını hissetmeleri.

SAAT 9 MERASİMLERİ VE KUTUPLAŞTIRMA

İlk çağrıyı kimin yaptığını hatırlayamadığım, ama dünyanın çeşitli ülkelerinde de görülen, gece sağlık çalışanlarının alkışlanması Türkiye’de de bir süredir her gece saat 9’da devam ediyor. Bu alkışlar yalnızca gece-gündüz demeden canhıraş emek sarfeden sağlık çalışanlarına teşekkürlerimizi iletmemizin yanı sıra, evlerine kapanmış olan bizleri, yalnız olmadığımız ve halen toplumun bir parçası olduğumuz hissine de sevkediyor. İlk gece çok yoğun olmasa bile yaygın katılımla gerçekleşen bu alkış kampanyası, bir anda Sağlık Bakanı tarafından da sahiplenildi ve adeta hükümetin bir programıymışçasına ele alınarak üç gün sürdürüldü. Her ne kadar bakanlık “üç gün” diye çağrı yapmış olsa da, üzerinden on günden fazla zaman geçmesine rağmen alkışlar bu gece de bir çok yerde devam ediyor. Türk Tabipler Birliği her ne kadar Bilim Konseyi’ne ya da Koronavirüs Zirvesi’ne uzman görüşü sunacak şekilde davet edilmese de, sağlık çalışanlarının emeklerini ve sarfettiği çabayı görenler onların değerini takdir ediyor. Alkış kampanyasının üçüncü gününde, bu kampanya yatsı namazı sonrası “amin” ritüeline dönüştü Diyanet’in bir çağrısı ile. Alkış çağrısının aksine, bu defa yapılan çağrı daha barizdi. Son birkaç gündür gidişata baktığımda, benim gözlemlediğim saat 8.55 gibi başlayan ezan sonrası mahallemizde müezzin dualar okumaya, salavatlara devam ediyor ve saat gece 9.10 civarı bitiriyor. Açık camlardan son bir “amin” duyulduktan sonra da bir alkış kıyameti kopuyor. İlginç bir gözlem bu; mahallede camdan cama bir tartışma duyuluyor… “Alkış neymiş aminlere çıksanıza” diyenlere “aminler kurtarmayacak sağlıkçılar kurtaracak” yanıtları arasında “ben önce amin diyorum sonra alkışlıyorum” şeklinde yer edinmeye çalışanlar. Bir anda kutuplaşma en çıplak haliyle küresel bir tehdit karşısında bile gözle görünür hal alıyor. Henüz yükselmeye devam eden bir roketi andıran vaka tespit eğrisi, yakın zamanda düzlenecek gibi görünmüyor. Şeffaflıktan uzak ve küresel anlamda krize gidebilecek bir ortamda bile kutuplaştırmadan medet umanların devrinin sonuna geldiğimizi hissediyorum. Ama yine de ölüm karşısında bile birbirini dışlayıcı yaklaşımlar sergileyenler, beni hayretlere düşürüyor.

“… YA HEP BERABER, YA HİÇ BİRİMİZ”

Gezi’nin en bilinen sloganı… “Kurtuluş yok, tek başına… Ya hep beraber, ya hiç birimiz!” Bu slogan belki de en çok bugünlerde anlam buluyor. Bir virüs nedeniyle tüm insanlığın tehdit altında olduğu bir ortamda, kurtuluş ancak kitlesel bir halde mantık-dahilinde bir çözüm bulmaktan, toplu hareket edip virüsle en etkin biçimde mücadele etmekten geçiyor. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir araştırma diyor ki, toplumun yüzde 40’lık bir kesimi virüsü önlem alacak kadar ciddiye almıyor, ve bir yüzde 20’lik kesim de genel itibariyle yeterli önlemlerin alınmadığını düşünüyor. Herhangi bir kıyas yapmak aslında mümkün değil; fakat yeterince büyük bir grubun bir yöne çekmesi üzerinden insanlığın nereye gidebileceğini düşünürsek, yüzde 40’ın kabul etmemesi sonucu değiştirmeyecek gibi görünürdü. Fakat bu bir seçim yarışı değil, ve bu nedenle de yapılan ankette “yalnızca yüzde 40” demek mümkün olmaz. Ölüm oranlarının yüzdesel değeri çok yüksek olmasa da, sağlık sistemlerini tamamen çökertmesiyle bilinen salgından kurtuluşun yolu herkesin birlikte hareket ederek, vakaları izole bir şekilde tutarak yeni vaka artışlarını önlemek, ve aşı geliştirme çabası içindeki bilim insanlarına zaman kazandırmak. Muhtemelen bundan bir yıl sonrasında arınmaya başlayabileceğimiz bu virüse karşı, şu an hali hazırda sokakta aylak gezen kişiler zaman kazandırıyor. Hep beraber kurtulamadığımız bu virüs, ister pazara çıkan emeklisi olsun, ister Avrupa'da bir devlet başkanı, hepimizi eşit düzeyde tehdit etmeye çalışırken, sınırlarını kapatanlar bile bu tehditten kurtulabilmiş değiller, çünkü her ne olursa olsun bir noktada diğer ülkelerle bir şekilde muhattap olmaya devam edecekler.

AVRUPA KALESİ

Yıl 2014… Almanya’nın başkenti Berlin’de European Alternatives’in davet etmiş olduğu bir etkinliğe katıldım. Avrupa çapından yüzlerce aktivistin bir araya geldiği bu etkinliğin finalinde konuşmacılardan biri de Dr. Saskia Sassen. Birçok önemli konuya değindi Dr. Sassen, hepsini anlatmayacağım. Fakat bahsettiği en can alıcı sorunlardan bir tanesi, Avrupa’nın kapıları. 2011 yılında Suriye’de başlayan çatışmaların iç savaşa dönüşmesi, tarih boyunca mültecilerin varış noktası olarak öne çıkmış olan Suriye’den tüm dünyaya yayılan, bu defa tersine iltica güzergahlarının geldiği nokta: Edirne! Diyordu ki Dr. Sassen, “Avrupa önümüzdeki birkaç yılda büyük bir etik soruyla karşı karşıya kalacak… 1940’lardan bu yana kurulu olan Avrupa kültürünü temellerinden sarsmaya aday bu soru, çok basit bir şekilde kulaklarda çınlayacak: ‘Sesimizi duyan var mı?’… Yüzbinlerce mülteci Türkiye’yi de geçerek, Avrupa Birliği’nden yardım talep edecek ve burada onlara verilecek olan yanıta göre önümüzdeki onlarca yılın kültürü ve medeniyeti şekillenecek.” Konuşma esnasında bahsi geçen iki muhtemel yanıttan bir tanesi, hümanizmin çağdaş bir yansıması olarak insani krizlerden sıyrılıp gelen yüzbinlerce mülteciyi kabullenip onları topluma dahil ederek Avrupa’nın kültürel zenginliğine yeni değerler katmasıydı. 2016 yılında Türkiye’yle yapılan mülteci sözleşmesine giden ikinci seçeneği, Dr. Sassen şu şekilde anlatıyordu, “kendisini dünyanın geri kalanından üstün sayan bir Avrupa elindeki maddi refahı koruyabileceği algısı içinde yüksek duvarlar örüp kendini içeriye hapsedebilir. Fakat bu duvarlar yalnızca bir başlangıç olur, ve şayet kıta çapında ya da küresel bir tehdit de baş gösterirse, dayanışma ruhunda ilk gediği açmış olan Avrupa, bu defa onları da kaderine terk edeceğinin sinyallerini verir.”

AVRUPA'NIN MÜLTECİLERE YAKLAŞIMI VE KORONAVİRÜS MÜCADELESİ

Geçtiğimiz beş yıl, ve hatta özellikle de son iki aydaki gelişmeler, tam olarak Dr. Sassen’in anlattığı şekilde gerçekleşti. Avrupa önce mültecilerle muhattap olmaktan kendini sıyırmak için Türkiye’ye milyarlarca avro “yardım” gönderdi, ardından küresel virüs salgını ile boğuşan ülkeleri birer birer kaderine terketmek olarak algılanabilecek bir biçimde her ülke kendi sınırlarını kapattı. İtalya’da haftalar boyunca yardım çığlıkları yükseldiğinde duymayan devletler, birer birer kendileri de aynı bataklığa saplanmaya başladı; Bulgaristan çıkıp “şu ana dek Avrupa Birliği’nden bir destek almadık, tek yardım da Türkiye’den geldi” açıklamasını yaparken, kıtanın en sert önlemlerini alan Çekya ise tümden OHAL ilan etti, Macaristan öte yandan kendi yurttaşı olmayan herkese sınırlarını kapatan ilk ülke oldu; ardından Başbakan Viktor Orban, Avrupa kurumlarının sert eleştirileri arasında Macaristan Meclisi tarafından sınırsız yetkilerle donatıldı. Avrupa’nın dayanışması mültecilere kapıları kapatıp hatta bir de duvarlar ördüğü gün ölümcül bir yara almıştı zaten; şu son koronavirüs (COVID-19) da kalıcı olarak sarsıntıya uğrattı. Kim bilir belki de virüs sonrası yokoluş-ardı çağda artık İtalyan balkonlarındaki mahalli korolar ve orkestralarla kurulur yeni Avrupa kültürü. Fakat, tekrar etmekte fayda var, “Kurtuluş yok, tek başına… Ya hep beraber, ya hiç birimiz!