Ömer Taşpınar, Medyascope’ta “Tanıdığımız şeytan: Batı Erdoğan’ın kazanmasını istiyor mu?” başlıklı bir yazı kaleme almış. İktidar medyası, baş kaldırdığı için Erdoğan’ın Batı tarafından aforoz edildiğini ve Kılıçdaroğlu’nun Batı tarafından desteklendiğini iddia ededursun yazıda Batı’nın Türkiye’deki olası bir iktidar değişimine hayli itidalli yaklaştığı anlatılıyor. Hatta her ne kadar otokratik olsa da öngörebildikleri bir Erdoğan’ı hem öngörülemeyen hem de Türkiye’nin çıkarlarını önceleyeceğini her fırsatta belirten bir Kılıçdaroğlu’na tercih etme eğiliminin çok daha baskın olduğu belirtiliyor.

Uluslararası konjonktüre, Batılı aktörlerin genel söylemlerine ve “demokrasi destekçiliklerine” bakıldığında Batı’nın bu yaklaşımının sağduyuya ve akla aykırı olduğu düşünülüyor. Ama aslında tarihsel ve olgusal olarak Batı’nın bu yaklaşımı hiç de şaşırtıcı değil. Her şeyden önce netleştirmek istediğim bir şey var: Batı, en azından İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin başlarından itibaren “demokrasiyi” bir dış politika aracı olarak kullanıyor. Bu, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile yoğunlaştı, Biden’ın iktidara gelmesi ve yeni Soğuk Savaş gündeminin kızıştırılmaya çalışılmasıyla farklı bir görünüme büründü. Ancak tarihin hiçbir döneminde araçsal olmanın ötesine geçmedi. Eski Sovyet ülkelerinde renkli devrimler yapılırken de araçsaldı. Kosova’da ulusların kendi kaderini tayin hakkını destekleyip Kıbrıs’ta desteklemezken de araçsaldı. Uzun yıllar Batı için Suudi Arabistan’daki Vahhabi monarşi değil, İran’daki “İslami cumhuriyet” sorun oldu. Bunda da şaşılacak şey yok, çünkü dış politika çıkarların konuştuğu; ilkelerin ve ideallerinse çıkarları pazarladığı, politikaları meşrulaştırdığı bir alan. İşte o nedenle, Taşpınar’ın sorusunu görüyorum ve yükseltiyorum: “Batı’nın Türkiye’ye ‘ihtiyacı’ var mı ya da Türkiye’yle nasıl bir ilişki Batı için daha işlevsel olur?” diye soruyorum.

Soğuk Savaş döneminde dünya iki kutuplu bir yapıya evrilirken, yüzü zaten Batı’ya dönük olan Türkiye jeopolitik önemiyle ön plana çıktı ve bedeller ödeyerek NATO üyeliği üzerinden Batı askeri paktının bir parçası oldu. Bugün çeşitli bağlamlarda Türkiye’nin jeopolitik önemi azalmamış hatta yeni anlamlar yüklenmiş olsa da başka bağlamlarda göreli avantajı azalmış olabilir. Örneğin, ABD’de Ortadoğu’dan çekilmeye yönelik önemli bir tazyik var. Ancak Ortadoğu’da kalmak isteyenlerle aradaki önemli siyasal mücadeleler devam ediyor. AB kıt kaynaklarını kendi içerisinde bile yetiremiyorken, yeni bir taahhüt altına girmekten çok uzakta. Göç ve göçmen sorununu temelli çözmek istiyor.  Bu konjonktürde Doğu Akdeniz’den Yakındoğu’ya belirli jeopolitik konularda doğrudan çıkar çatışması halinde olunan Türkiye, hele ki kontrol edilemediği durumda, gerçekten işlevsel bir müttefik mi? Yoksa Türkiye halihazırda kolaylıkla ikame edilir konumda mı? ABD, en iyi ihtimalle Irak’ın işgalinden beri çeşitli Kürt örgütlerle istikrarlı bir ilişki kurgulamış durumda. Bunlar üzerinden yalnızca tek bir ülkede değil, Suriye’de Irak’ta hatta İran’da etkili olma olanağı var. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesine bakacak olursak, artık İsrail “yalnız” ve çevrelenmiş değil. Mısır’ın yanı sıra, Abraham Anlaşmalarıyla Körfez ülkeleriyle arasında güzel bir barış havası esiyor.

Avrupa Birliği açısından da Türkiye’nin müttefikliğine duyulacak ihtiyaç sorgulanmaya mahkûm. Bağımsız bir Avrupa Ordusu oluşturulması söz konusu olsaydı denklem daha farklı olabilirdi. Ama Ukrayna nedeniyle Avrupa öylesine terörize olmuş durumdaki NATO Avrupa’da konsolidasyonu sağladı. Hem Karadeniz hem Baltık zaten NATO üyeleriyle çevrelenmiş durumda. Doğu Akdeniz’de ve Ege’de Yunanistan’ı, Güney Kıbrıs’ı ve Türkiye’yi aynı anda memnun edecek bir çözüm bulmak büyük bir çaba gerektiriyor. Hali hazırda zaten avantajlı olan Yunanistan, Güney Kıbrıs ve AB için ise böyle bir irade göstermenin somut bir yararı olacağı tartışılır. Statükonun korunması ya da herhangi bir taviz vermek zorunda kalmadan kendi lehlerine değiştirilmesi daha arzu edilir durumda. Bu tablo, AKP’nin en az 2016’dan beri izlediği hesapsız ve günü kurtarmaya dayalı politikalarla daha da vahimleşti hiç kuşkusuz. S-400’ler, Göçmen Geri Kabul Anlaşması gibi yeni sorunlu alanlar var artık. Dolayısıyla, mevcut haliyle Erdoğan yönetimi Batı için hiç de işlevsiz değil. Kaldı ki, 2002’de, 2007’de 2010’da ya da Arap Baharı rüzgarları eserken Batı Erdoğan’ı “demokrat” olduğu için desteklemedi, işlevsel olduğu için destekledi.

Kamuoyu hassasiyetleri nedeniyle Batı için açıktan Erdoğan destekçiliği yapmak zor görünse de Türkiye’deki olası değişimden ürküldüğü basına yansıyan analizlerde görülüyor. “Erdoğan kaybetse bile iktidarı bırakır mı?” soruları sorulmaya başlandı. Kılıçdaroğlu, Erdoğan gibi ABD’den aldığı icazetle iktidara yürüyen bir aday değil. Kendi seçmen kitlesi daha fazla sorgulayan bir kitle. Hesap verebilirliği, şeffaflığı öncelemesi kapı arkası diplomasiyi pek seven kadrolar için bir siyasal avantaj sağlamaktan uzak. Satın alınabilecek bir lider değil. Siyasal açığı yok. Kötü yönetim bakiyesi yok. Bu nedenlerle işlevsel bir lider imajı çizmiyor. Kılıçdaroğlu iktidar olursa, Batı Türkiye’yle eşit egemen aktörler olarak yeniden masaya oturmak zorunda kalacak gibi. Çok iş sanki şimdi!

Bize düşense, demokrasiyi birileri araçsallaştırdığı için değil; kendimiz için, gerçekten ihtiyacımız olduğu için, gerçekten muasır medeniyeti aşmak için inşa etmek. Türkiye’nin yeri asla halkını ezenlerin, dünya halklarını ezenlerin, insanlığı ayaklar altına alanların yanı olamaz.