“Hiç ağzını burnunu eğip bükme.

Sen gittin mi o deprem alanına, gördün mü o yıkıntıları, altında kalanları gördün mü?”

Kızılay’ın AHBAP’a çadır satmasını Kızılay’ın Kadıköy şubesi önünde protesto etmek isteyen TİP üyelerine yönelik polis müdahalesinin ardından bir kadının gülen polise söylediği sözler bu iki cümle ile başlıyor ve şöyle devam ediyordu:

“Nasıl döversiniz o çocukları… Ne yaptılar? Kızılay çadır sattı diye protesto ediyorlar, hepimiz protesto ediyoruz bu devleti…yeter artık, Kızılay’ınız da yeter AFAD’ınız da yeter. Robota döndürmüşler sizi.

Hiçbirinizin yakını o enkazlarda kalmadı mı?

O enkazlarda bacağı kopuk çocukları seyretmediniz mi?

Hiç vicdanınız sızlamadı mı sizin, neyi savunuyorsunuz, hangi ülkeyi, hangi devleti?

Neyi engellemeye çalıyorsunuz?

Hangisinin suçu var, hangisi devlet suçu, hangisi terör suçu işledi?”

                                          ***

Yaşadıklarımız iyilik ve kötülük üzerinden açıklanabilir mi?

Ben pek sanmıyorum; ama bu, yaşadıklarımızın kötülükle ilgili olmadığı anlamına gelmiyor, aksine akıl almaz derecede kötü. 

Alain Badiou diyor ki: “Kötü, bir hakikatin taklit edilmesi sürecidir. Ve esasen, kendi uydurduğu bir ad altında, terörünü herkese yöneltir”. Bizde de durum bununla doğrudan ilişkili…Özellikle son günlerde yaşadıklarımız…

Geçen gün bir depremzede de şu cümleyi kuruyordu: "Ceset torbası vermediler… Altısını torbaya koydum, parçalarını kendi imkanlarımla gömdüm… İnekleri yemlediğim yem torbasına koydum, altısını da…” 

Her iki örnekte de insanların yaşadıkları, acıları, sözleri çok ağır değil mi? Hangi ülkede, hangi iktidarda duyarsınız başka?

Yaşadığımız tüm bu sarsıcı ve yıkıcı süreç 20 yılı aşkındır maruz kaldığımız neoliberal-İslamcı hegemonyanın çırılçıplak vaziyetiyle yüzleştiriyor mu sizi de? Biz bu halle, 20 yıl içinde çok karşılaştık. Hatta AKP bu halin, neoliberal projenin somut hali gibi. Felaketin türü fark etmiyor onlar için; motivasyonları hep aynı yerden işliyor: “bu durumu siyasi ikbalimiz için nasıl kullanabiliriz; çıkan rant kapısını ardına kadar nasıl açarız?” Enkazda ölen; çıkıp aç-açık kalan mı var; dert değil…

Bu da her şeyin üretim ve bölüşüm ilişkilerinin biçimiyle doğrudan ilgili olduğunu gösteriyor. Çünkü iktidar ve kapladığı, kapsadığı her şey sermayenin hem ortağı hem temsilcisi hem bekçisi… Bu sebeple kamu yararı gibi şeyler beklemek veya “devlet nerede” diye sormak bir anda boşa düşüyor.

Bu noktada yine Badiou’ya kulak verelim: “Bildiğimiz gibi zorunluluğa verilen modern ad, ‘iktisattır’. ... adlı adınca söyleyelim: Sermayenin mantığıdır.”

Bizim 155 yıllık Hilal-i Ahmer Cemiyeti başkanı Kerem Kınık da sermaye mantığının bir formu olduğunu ispatlıyor sattığı çadırlar için “ahlakidir, akılcıdır ve yasaldır” derken. Sebeb-i hilkatinin afetzedenin müşkülünü gidermek değil, neoliberal-İslamcı politikaların bayraktarlığı olduğunu itiraf ediyor sanki… Sonra İslamcı hamaset  makinesini  çalıştırıyor “ Allah doğrularladır” deyip, bu skandalı da dinbazlığıyla perdelemeye çalışıyor.

Peki, bu kötü olarak addedilebilir mi? Hem de nasıl… eşyanın adı, kötülüğün kendisini yeterince tarif ediyor. AKP ve iktidar ağı, ortakları veya yaltakçıları olan her bir yapılanma da ileri sürdüğü her söylemiyle, ideolojisiyle “safsatanın yıkıcı hali” olarak karşımızda duruyor.

Ve ...AKP’ye ait hiçbir söylem/değer emekçiyi, yoksulu, çocuğu, mağduru… tanımlamıyor, tanımlayamaz da…

Bakın bu hal karşımıza: binlerce insanın enkaz altında ölüme terk edilişini, Kızılay’ın AFAD’ın içler acısı halini, ülkenin iliklerine kadar işlemiş tarikatların/cemaatlerin ağını getiriyor. Kaybolan çocukları ve akıbetlerinin belirsizliğini, hemen ranta koşan, AKP’nin amentüsü olan alelacele inşaat peşinde olanları, büyük bir afet yaşamış ama hiç akıllanmamış olmayı, ormanı, ovayı, doğayı yıkan OHAL kararlarını getiriyor… Belki konudan bağımsız ama; bir mahkemenin bir kitap için "İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar" tespit edip yasaklamasını getiriyor.

Bu ülke deprem bölgesinin aynasıdır, aynısıdır. Moloz yığınları içindedir. Ne temiz tuvaleti vardır ne de başını sokacak çadırı.  Olanı da satıp, parayı da yeni “Ensarlar” için bağışa saklarken Kızılay; zehirli hava içindedir, bit sarmıştır çocuklarını; hastalık, açlık, yıkım kol koladır.

Mesele paranın, mülkün her koşulda muhafaza edilmesi ve kâra geçilmesidir…Kızılay gerçeği de bunun özetidir. Kerem Kınık Hilal-i Ahmer’ci değil, Çadır & Tekstil AŞ’cidir.  Bir Twitter kullanıcısının: “…Her ülkenin Kızılhaç-Kızılay’ı var. Hepsi ICRC’ye bağlı. Temel ilke hizmetlerden çıkar gözetilmemesi. Bu ülkenin Kızılay’ı çadır sattı. Elindeki çadırı afet anında SATTI.”  cümlesindeki satmak fiilidir Kınık. Soru üzerine de olsa Haluk Levent’ten öğrendik ki Kınık gıda maddesi de satmış. Özdağ’ın tetiklediği neofaşist çeteler aç kalmış depremzede avındayken, Kınık AHBAB’la pazarlık masasındaymış. Sormadan edemiyor insan; soda satar gibi kan da mı sattın?

Kızılay bu zamana kadar ne yaptıysa 20 yıllık AKP’yi de temsilen yapmıştır. Kızılay, AKP’dir.

                                               ***

Devletin tüm kurumlarıyla neoliberal-islamcı iktidarın birer uzvuna dönüşmesinin yarattığı cerahat her yerde. Hepsi aynı buyruk altında, tek kişiye ve paraya bağlı.

“Devlet, benim!” (l’État c’est moi) sözü her yerde; duyuyoruz, yaşıyoruz… Günaşırı hakaret işitiyoruz.

Bu apaçık gerçeklerin karşısında akla ilk “kötülük” kavramının gelmesi elbet doğal ve haklı yanı da mevcut. Yine de siyaseti ve onunla göbekten bağlı ekonomiyi, yarattığı kepazeliği, acıyı, yıkımı tek başına “kötülükle” açıklayamayız veya oraya sıkıştıramayız.

Çünkü karşımızda örgütlü bir kötülük var ve bize her hareketi yapanların çıkarı belli.

Bunlar “inşaat ya Resulullah”çılar…Bunlar rantın “ihya ve inşa”cıları… yıkılan on il ve giden binlerce can da bunun ispatı. Tek bir özür yok, tek bir istifa yok, hala aynı tehditler, hala hakaretler, fişlemeler, kaş çatmalı parmak sallamalar. Erdoğan’ı dursa diğeri durmuyor. İktidar ve rant planlı İslamcılık makinesi çalışırken “kader  planları”, “mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan” olaylar yoksul bırakılmış, sınavı ölüm olmuş halk için çalıştırılıyor. Erdoğan ve diğerinin devleti, Hegel’in “tanrının yeryüzündeki yürüyüşü” abartısında vücuda geliyor.

Bu abartı tam olarak doğaya çök, halkın parasına, malına çök, dahası çocuğuna çök, canına çök… biçiminde 20 yılı dolduruyor. Daha nereye kadar?

                                       ***

Çocuklar nerede? Tarikatlere/cemaatlere çocuk vermek de ne demek? Gazeteci Alican Uludağ ısrarla takip etmese öğrenmeyecektik Sakarya'ya götürülen 9 çocuğun, Diyanet'e ait; ama İsmailağa’cılara yakın Sakarya Erenler İlme Hizmet Derneği tarafından işletilen Mekke Mescidi Hanife Akın Kuran Kursu'nda kaldığını… Daha cümle bitmeden göğsümüze öküz oturuyor.

Bu nasıl bir “kötülük”?

Ve tabi bu işle göbekten bağlı olanları biz biliyoruz onlar da cevabı biliyor elbet…

Biz uzun zamandır karanlıktayız, eski klişeler artık öldü ki eskiden de pek bir işe yaramıyordu. Ama karanlıktan çıkmak zorundayız. Çocukları bulmak zorundayız. Hatay’ı Adıyaman’ı Maraş’ı, Kilis’i, Osmaniye’yi…Türkiye’yi yeniden kurmak zorundayız. Doğayla barışmak zorundayız.

Onlara, “hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu" diye seslenen Nazım’ın Çocuklarımıza Nasihat’i ile bitirelim: "Ve din dersleri hocasının resmini yapan kurşunkaleminle yık Mızraklı İlmihalin yeşil sarıklı iskeletini... Sen kendi cennetini kara toprağın üstünde kur".