Söyleşi: ÖMER İBRAHİMOĞLU

İstanbul Sözleşmesinin Türkiye toplumu açısından önemini nedir?

İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik çoklu şiddetin ortadan kaldırılması, buna karşı mücadele yürütülmesi için imzalanmış bir uluslararası sözleşme. Bu sözleşme devlete sorumluluk yükleyen ve bu konuda adım atmasını, düzenleme yapmasını, politika üretmesini sağlayan bir sözleşme olarak karşımızda duruyor. Sadece bir takım yasal düzenlemeler yapılmıyor, politikalar üretme noktasında devlete bir itici güç görevi görüyor. Yalnızca Türkiye açısından değil, imzacı olan-olmayan birçok ülke açısından çok önemli bir sözleşme, çünkü her gün toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı kadınların uğradığı şiddet, ayrımcılık ve çoklu şiddet biçimleri mevcut. Sizin de takip ettiğiniz gibi kadınlar, erkek şiddetiyle yüz yüze. Kadınlar bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı istihdam alanlarından uzaklaştırılıyor, geçinemiyor, ayakta duracak durumda değil. Yine toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadına yönelik ayrımcı tutumlar nedeniyle birçok ülkede hala kadın sünneti benzeri şiddet yöntemleri söz konusu. Küçük yaşta evliliklerin devam ettirildiği, kadınların meta olarak görüldüğü; günde en az bir kadının şiddete, tacize, tecavüze maruz bırakıldığı, şiddetin kırım boyutuna geldiği bir süreçte bu sözleşme hayati önem taşıyor. Bu sözleşme devlete sadece yasal sorumluluk yüklemiyor, devletin bazı toplumsal dönüşümler yaratması gerektiğini de söylüyor.

Türkiye’de sözleşmeden sonra birçok belgede toplumsal cinsiyet eşitliği söyleminin kullanılması, 6284’ün yürürlüğe girmesi ve benzer değişiklikler sözleşmenin ne kadar elzem olduğunun göstergesi. Belki Türkiye açısından sözleşme etkin uygulanmadığı için önemini sadece uygulamalarla değerlendirebiliyoruz ama aslında etkin uygulandığı bir ortamda bugün yaşanan birçok sıkıntı ve sorunun yaşanmadığını görebiliyoruz.

Sözleşmenin hukuki yükümlülükler yüklemesinin yanında bir de caydırıcılık etkisi var. İmzalanmış uluslararası sözleşmelerin iç hukukta bağlayıcılığı var. En üst norm olarak kabul edilir. Sözleşme tartışmaya açıldığı anda fail erkeklerin iç hukukta kadını koruyan başka mekanizma yokmuş gibi tavırlar sergilemeleri, suçlarının görmezden gelineceği ve işledikleri suçlarda destek bulacakları algısı içerisinde olmaları, karakola başvuran ve koruma talep eden kadınların sözleşmeden geri çekilme gerekçesiyle koruma kararı verilemeyeceğine dair bir yanıtla karşılaşmaları ve mahkemelerin verdiği kararlarla beraber tablonun tümünü düşündüğünüzde toplumdaki psikolojik caydırıcılık etkisini görmek mümkün. Kadınların çok büyük bir emekle elde ettiği bir kazanımdır bu sözleşme, bu yüzden de ayrıca çok önemlidir. Bununla beraber sadece İstanbul Sözleşmesi değil, sözleşmenin yükümlülükleri nedeniyle birçok kanun çıkarıldı. Bu kanunlar da şu an tartışmaya açılıyor. Bu aslında bir eşikti ve bu eşik aşılarak kadınların bütün kazanımlarının şu an tartışma konusu yapıldığını, bu konuda iktidarın, devletin pervasızlığını görüyoruz. Bu kadınlar açısından büyük bir tehlike doğuruyor. Sözleşmeden sonra kadına yönelik şiddetin ne kadar arttığını da gözlemliyoruz. Bu yaratılan etkinin bir sonucudur.

ayse basaran 1

Bize İstanbul Sözleşmesinin Danıştay'daki hukuki sürecini anlatır mısınız?

Uluslararası sözleşmelerin imzalanma ve çekilme usulleri Anayasa’da düzenlenmiştir. Buna göre bu kararların Meclis’te oylanması ve imzalanması söz konusudur. Yine aynı düzenlemeyle çekilme yöntemi de kabul yöntemi ile aynı olmalıdır. Ama maalesef özellikle Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi sistemiyle yetkiler tek elde toplanmış, Cumhurbaşkanının her türlü yetkiye sahip olduğuna yönelik bir yaklaşım sergilenmektedir. Tam da bu nedenle bir gece yarısı uluslararası sözleşmelerden Cumhurbaşkanının çekildiğine dair kararname çıkarıldı. Bu hem uluslararası normlar açısından hem de anayasaya göre hukuki olmayan bir karar.

Toplumsal olarak da bu sözleşmeden bir erkeğin tek başına geri çekilmesi yine bir hukuksuzluğu ortaya çıkarıyor. Tabii biz bu nedenle bir kadın kurumu, baro ve siyasi parti ile beraber bu kararın iptaline dair başvuru yaptık. Bu başvurunun akabinde partimizin Eş Genel Başkanı Pervin Buldan geniş kapsamlı, hem hukuki hem toplumsal boyutunu çoklu bir biçimde değerlendirdi. Ama maalesef ortadadır ki, bütün bu haklı gerekçelere rağmen Danıştay yine tek adamın söylemleri çerçevesinde bir karar verdi.

Siz milletvekili olmanın yanında aynı zamanda avukatsınız, İstanbul Sözleşmesi’ne Danıştay 10. Dairesi'nin verdiği bu karardan ne anlamalıyız? Sizce Danıştay 10. Dairesi'nin verdiği kararın siyasi bir yönü var mı? Eğer varsa, bu kararın siyasi bir karar olduğunu nasıl anlarız?

Bütün duruşma boyunca yapılan bütün değerlendirmeler göz önünde bulundurulduğunda Danıştay’ın yapması gereken bu sözleşmeden geri çekilme kararının iptaline dair sonuçlamak olmalıydı. Hatta buna paralel biçimde duruşmanın Savcısı her seferinde mütalaasını bu kararın iptali yönünde verdi. Ama en nihayetinde oy birliğiyle değil, oy çokluğuyla bu karar verildi. Oy çokluğu olması hala hukuktan, adaletten yana olanların olduğuna dair bizde bir ümit yaratsa da maalesef yeterli olmadı. Nihayetinde yine hukuksuz bir biçimde karar verilmiş oldu.

Cumhurbaşkanı tarafından görevlendirilen hem avukatlar hem yetkili kişilerin değerlendirmeleri aslında Cumhurbaşkanlığının ve bu hükümetin meseleye yaklaşımını da net biçimde ortaya koydu. Neredeyse bütün kadınları aşağılayan, üstten bakan, değerlendirmeleri boşa çıkarmaya çalışan tutum kendi politikalarını ortaya koydu. Bu hukuka ve vicdana bağlı bir karar değildi. Kadın cinayetlerine onay verilmiş, kadına şiddeti teşvik edici bir karar olarak karşımıza çıkıyor. Biz HDP ve HDP Kadın Meclisi olarak bu karara itiraz mekanizmasını da işleteceğiz ama maalesef Türkiye uzun zamandır hukuk devleti olma durumundan oldukça uzaklaştı. Cumhurbaşkanı kararnamelerini ferman olarak gören ve uygulayan bir yargı oldukça maalesef benzer sonuçlar almamız olası ama hukuk mücadelemiz de elbette devam edecek.

Mevcut hükümet İstanbul Sözleşmesine öncülük etmiş ve imza atmıştı. Neden şu an mevcut İstanbul Sözleşmesi’ne karşı?

Hükümetin kadına yönelik şiddete dair önlem alma noktasında öncülük yaptığı değerlendirmesine kesinlikle katılmadığımı belirtmek istiyorum. Çünkü aslında AKP hükümetinin ortaya çıktığı ilk günden beri aslında kadına yönelik politikaların çok da değişmediğini görüyoruz. Hiçbir zaman kadın mücadelesinin öncüsü olmadı, kadın özgürlüğünü ve kadın-erkek eşitliğini, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan bir yerde durmadı. İlk günden beri ve sonrasında söylemde kadın ve erkeğin fıtraten eşit olmadığına dair kadını metalaştıran yaklaşımların dile getirildiği, kadınlara yönelik sürekli cinsiyetçi söylemlerinin olduğu, kadının emek ve istihdam alanlarından uzaklaştırıldığı ve ev içine sıkıştırdığını biliyoruz. Hem düzenlemeler, hem söylemler, hem partideki kadın sayısı, hem kadın mücadelesi adına yürütülen politikaları ele aldığımızda aslında kadının hep ikinci planda olduğunu rahatça gözlemliyoruz.

Aileyi kutsayan, aile içerisinde kadına belli görev ve sorumluluklar yükleyen, onun haricinde kadını meta olarak gören ve ona göre bir politika üreten bir partinin hükümete gelmesiyle 20 yıldır hükümet politikaları haline geldi bütün bu saydıklarımız. Ama tabii ki dönemin koşulları ve kadınların verdiği büyük mücadeleyle kazanılanları görmek lazım. Meclis’teki bütün partilerin oy birliği ile kabul edilmiş bir sözleşme ama tabii ki onun öncesindeki gelişmeleri atlamamak lazım. Kadınlar günlerce sokaklarda büyük bir mücadele verdiler. Bunlar için polis şiddetiyle yüz yüze kaldılar o dönemlerde.

Yine Nahide Opuz kararını alarak aslında Türkiye’nin iç hukukta bir düzenleme yapması gerekliliğine dair uluslararası sözleşme imzalanmasını sağladılar. Opuz gerçekten çok tarihi bir karar olarak önümüzde duruyor. İlk defa kadına yönelik şiddet konusunda devlete sorumluluk yüklendi ve ilk defa bir devlet ev içi şiddete uğrayan tarafın kadın olması sebebiyle ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm etti. AKP hükümeti döneminde bunların olması AKP’nin bunun öncülüğünü yaptığı değerlendirmesini ortaya çıkardı. Ancak o dönemde hükümet yeni başa gelmiş ve Avrupa Birliği uyum sürecine uygun hareket etmek durumundaydı. Buna paralel yine kadınların mücadelesi bu sürecin itici gücüydü. Belki imzalar Meclis’te atıldı ama atılan her imza için kadınlar binbir emek verdi. Tam da bu nedenle şimdi AKP fırsatını bulmuşken, faşizm rejimini kurumsallaştırırken karşısındaki bütün engelleri ortadan kaldırmak için kadın kazanımlarına bu kadar pervasızca saldırıyor. İstanbul Sözleşmesi bunlardan bir tanesi. Öncesinde nafaka hakkının tartışmaya açılması, kürtajın neredeyse fiili olarak yasaklanması, infaz yasasıyla kadın ve çocuğa yönelik suç faillerinin serbest bırakılması, medeni kanun tartışmalarının yürütülmesi, partimizin eş başkanlık sistemine saldırılar, 2016’da darbe teşebbüsünü fırsat bilerek onlarca kadın kurumunun kapısına kilit vurulması, kadın mücadelesinin kriminalize edilmesi çabası aslında bu sürecin parçaları. Bu sürecin son halkası olarak sözleşmenin iptali değerlendirilebilir. İstedikleri rejimde kadını konumlandırdıkları yer, kadınlara yükledikleri misyon belli. Bunun dışına kadınların çıkmasına izin vermemek adına sistematik bir politika yürütüyorlar. Kadınları biat etmeye zorluyorlar, geri çekilmeyi sağlamak istiyorlar. Dönemsel olarak böyle bir değerlendirme daha uygun olur.

Danıştay 10. Dairesi'nin bu kararından sonra HDP olarak neler yapmayı düşünüyorsunuz? HDP bundan sonra İstanbul Sözleşmesi için neler yapacak?

Bu karardan sonra da ifade etmiştik. Tabii ki hukuki yolları işleterek itiraz hakkımızı kullanacağız. Ama sadece hukuki bir mücadelenin yeterli olmadığını düşünüyoruz. Çünkü bu sözleşmenin imzalanması sadece hukuki mücadeleyle sağlanmadı. Kadınların büyük emeklerle elde ettiği bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin uygulanması için mücadele etmeye devam edeceğiz. Kadın örgütleriyle, feminist kadınlarla, Kürt kadın hareketinden kadınlarla bir araya gelip daha güçlü örgütlenerek sözleşmenin uygulanması için ortak eylemsellik ve planlamalara devam edeceğiz. Yani sözleşmeyi sokakta, alanda, meydanda, Meclis’te, mahkeme salonlarında savunmaya devam edeceğiz. Bu konudaki detaylı planlamalarımızı önümüzdeki dönemde kamuoyuyla paylaşacağız.

Muhalefet partileri gelecek sene hükümet değişikliği olursa ilk işlerinin İstanbul Sözleşmesini tekrar yürürlüğe koyacaklarını söyledi. Bu konu hakkında bir değerlendirme yapar mısınız?

Biz İstanbul Sözleşmesi’nin hâlâ yürürlükte olduğunu düşünüyoruz. Sözleşmeden usulen bir geri çekilme olmadığı müddetçe bütün kadınlar adına alınan iptal kararları yok hükmündedir. Bu sözleşmeyi uygulamanın esas alınmasını gerektiğini düşünüyoruz. Tabii ki bu iktidar açısından nasıl bir değişim söz konusu olacak ve yerine gelecek olanın kadın politikaları konusunda nasıl bir tutum benimseyeceği hepimizin ortak derdi olmalı. Şu anda muhalefet cephesinden bu tür söylemlerin olduğunu görüyoruz. Ancak sözleşmeyi uygulamanın, kadına yönelik eşitsizlik ve şiddeti ortadan kaldırmak için yeterli olmadığı tespitini de yapmak lazım. Tabii ki sözleşme çok kıymetli ama en nihayetinde kadına yönelik şiddet politiktir. Bunun politik arka perdesini afişe etmek ve önlemler almak dönüşümler yaratmak lazım. Maalesef Türkiye’deki muhalefet partilerinin birçoğu kendi içlerinde bir eşitlik sağlamış değil hem tüzükleri hem de uygulamalarıyla. Erkek egemenliğin etkisi altındalar ve yürütücülüğünü yapıyorlar. Şu anda bırakın eşit temsiliyeti, kota bile uygulanamaz durumda. Yine lider kültünde birleşilmedikçe kendi yerini göremeyen bir durum söz konusu. Aslında partilerin kendilerinden başlayarak özgün-özerk örgütlenme, eşit temsiliyet ve kadın özgürlüğü perspektifini içselleştirmesi ve bunun toplumsal dönüşümünü nasıl yaratabileceğimiz konusunda daha net bir politikanın olması gerekiyor. Yoksa kendini düzenlemeyi kendinden başlatarak topluma sirayet ettiremeyen bir politikanın eksik kalacağını düşünüyoruz. Düşünün ki parlementonun yüzde yirmisine yakını yalnızca kadınlardan oluşuyor. Yerel yönetimler ekseriyetle erkeklerden oluşuyor. Partilerin birçoğu kotalarını dolduramayacak durumda. Birçoğu seçim süreçlerinde kadınların emeklerinden faydalandıkları ama söz kurma karar verme konusunda erkekleri esas aldığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Elbette Sözleşmeyi tekrar yürürlüğe koyma ve uygulama tutumu önemli ama buna dair daha geniş çerçeve söylemi ve eyleme geçirme büyük ihtiyaçtır. Toplumun bütün alanlarında bu eşitsizliğin ortadan kaldırılmasının yollarını aramak lazım. Özgür kadını nasıl açığa çıkartabiliriz ve çoklu şiddeti nasıl ortadan kaldırabiliriz, bunlara odaklanmak lazım.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?

Belki, şu anda bu iktidar açısından saldırılardan bir sonuç aldığı izlenimi oluşmuş olsa da kadınlar hala her yerde haklarının, geleceklerinin, yaşamlarının mücadelesini vermeye devam ediyor. En nihayetinde yeni dönemin kurucuları ve belirleyicileri kadınlar olacak. Bu hakikat çerçevesinde politik değerlendirme yapılmalı. Kadınların dışında tutulduğu her hesap kadın iradesine çarpıp geri dönecektir. İstanbul Sözleşmesi yürürlüktedir, kadınların ortak kazanımıdır. Hiçbir siyasi partinin ya da erkeğin lütfu değildir. Kadınlar bu mevcut kazanımlarından asla vazgeçmeyecektir.