Yargılama sürecinde yaşananlarla yalnızca Türkiye'de değil, uluslararası kamuoyunda tepki çeken ve hukuk tarihine bir 'skandal' olarak adını yazdıran Gezi davasında 18 yıl hapis cezasına çarptırılan eski Mimarlar Odası Başkanı Mücella Yapıcı, 10 ilde yıkıma yol açan Maraş depremleriyle ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Marmara depremi sırasında kurtarma ekiplerinin organizasyonunda önemli bir rol üstlenen Yapıcı, 6 Şubat'ı kendisi gibi cezaevinde karşılayan 'dava arkadaşı' Çiğdem Mater'in sorularını yanıtladı:

"Ezcümle, öfke, sorumluluk, üzüntü, isyan, kapatılmışlık, işe yaramazlık, hesap sorma arzusu... Karmakarışık. Ama hep 'bu kadar yapacak iş varken, burada ne işimiz var' sorusu. Sanki görevden kaçıyormuşuz gibi. Tutsaklık hissini hiç bu kadar yoğun yaşamamıştım. Dedim ya, karmakarışık, duvarları yıkasım var. Sanıyorum bu hepimiz için geçerli. Ayrıca da şimdilik otuz bin canımız gitmişken, bizim hissettiklerimizi ne önemi var?"

Bianet'in haberine göre; Mater'in yönelttiği sorular ve Yapıcı'nın bunlara verdiği yanıtlar şöyle:

- Depremi 6 Şubat sabahı saat 08:00'de, sayımla birlikte televizyonu açınca öğrendik. İlk an ne düşündün, ne hissettin?

Öncelikle büyük bir öfke. Dokuz aydır biriken bütün öfkem bu "beklenen" fay kırıklarından boşaldı sanki. Aklımda coğrafyanın tümü, bugüne kadar sanki duvarlara söylenmiş gibi hiçbir işe yaramayan bilimsel ve teknik uyarılar bir şimşek hızıyla beynimden akmaya başladı. Ardından büyük bir çaresizlik... Yapamadıklarımız için... Sanki bütün sorumluluk bizim, biz gerekenleri halka ve idarecilere anlatamamışız gibi. Ve sonra insanlar, canlar, tarihi eserler, hatıralar, anılar, arkadaşlar, canım Hatice Can. Oralardaki dostlar, meslektaşlar ve tabii ki Adana'daki canım kardeşim ve ailesi... Yani, nasıl anlatayım ki, sen de yaşıyorsun işte...

Ezcümle, öfke, sorumluluk, üzüntü, isyan, kapatılmışlık, işe yaramazlık, hesap sorma arzusu... Karmakarışık. Ama hep "bu kadar yapacak iş varken, burada ne işimiz var" sorusu. Sanki görevden kaçıyormuşuz gibi. Tutsaklık hissini hiç bu kadar yoğun yaşamamıştım. Dedim ya, karmakarışık, duvarları yıkasım var. Sanıyorum bu hepimiz için geçerli. Ayrıca da şimdilik otuz bin canımız gitmişken, bizim hissettiklerimizi ne önemi var? Aslında sistemin asıl gizi "biz niye burdayız?" sorusunun cevabında yatıyor.

- 1999 depremi ve sonraki depremlerdeki deneyimine dayanarak soruyorum, ilk an hataları ve doğruları neler?

Canım Çiğdem, sen de oralardaydın. Marmara Depremi'nden tam iki ay önce, TMMOB olarak Kocaeli'nde "Kocaeli Depreme Hazır Mı?" sempozyumu yapmıştık. 12 Kasım 1999 Düzce (Kaynaşlı) Depremi esnasında ben, eşim mimar Memik Yapıcı, jeolog sevgili Oğuz Gündoğdu ve avukat Erbay Yucak'la birlikte, Bolu Valiliği'ne "burada bir deprem bekliyoruz, hazır olun" diye uyarmaya gittiğimizde, Vali bize "siz kimsiniz? Allah'a şirk mi koşuyorsunuz?" dercesine bakmıştı. Vali gidip biz vilayet bahçesine indiğimizde yer yer ivmesi yerçekimini sıfırlayan deprem patladı. Ve biz vilayet bahçesinde Afet Koordinasyon Merkezi'ni kurmak durumunda kaldık. İnan o gün, bugünden çok daha hızlı organize olduk. Kimseden emir ya da talimat beklemedik.

Ne yapacağımızı biliyorduk ve eğitimliydik. Nitekim akabinde asker yetişti. Askerlerin komutanının "kim bu kadın?" demeden benden emir tekrarı aldığını ve bana 'komutanım' dediğini anımsıyorum. Ve madenciler... Tam iki saat sonra, ellerinde birer somun ekmek, otobüslerle koordinasyon merkezindeydiler. Ağladığımı hatırlıyorum. Aynı durum 17 Ağustos'ta da vardı. Biz TMMOB olarak, bütün meslek kuruluşlarıyla, tabip odaları, eczacılar, barolar, psikologlar, kadın örgütleri çok düzenli bir şekilde görev paylaşımlarımızı yaparak, askerle birlikte çalışarak durumu kontrol altında almaya çalıştık. Yine 'devlet nerede' diye çığlıklar vardı ama en azından devletin engellemeleri yoktu.

Bugün bence en büyük fark, kendinden menkûl, adına devlet dediğimiz içi boş bir heyula var ancak bu heyulanın yarattığı korku öylesine büyük ki, biat etmiş tüm kurum, kuruluş ve kişiler neredeyse kendilerini ölümden kurtarmak için bile talimat bekler haldeler.

Diğer depremlerde en azından bu heyula yoktu. İlk andaki hataları ve doğruları soruyorsun bana ama bence ilk anın hataları bu ana gelirkenki anlayış, yönetim biçimi ve zihniyette yatıyor. Zaten tüm medya mensupları ve depremi yaşayanlar bu hataları açık açık dile getiriyorlar. Allah aşkına, hazırdaki madencileri bekletmek, onları karayoluyla sevk etmek ne demek? İletişim çağında, iletişim gibi hayati bir ihtiyacın sağlanamaması ne demek? Kimdir bu şirketler? 2018'de çıkarılan 'İmar Barışı'na karşı dilimizde tüy bitti, dermanımız tükendi. 10 milyondan fazla kusurlu binaya ruhsat verildi. Kimdir bu kanuna oy verenler? Şimdi sorumluluk bu yasada dendiği gibi mal sahiplerinin mi? Bu nasıl bir hukuki garabet? Tüm hatalar temize mi çekildi?

Aynı hata 1999 depreminden önce de vardı. 80'li yılların aflarıyla yeminli büroların sorumluluk yüklendiği binlerce kusurlu ve usulsüz yapı yasallığa kavuşturuldu. Yıkılan bir sürü bina bu kapsamdaydı.

2018'de, neredeyse Rusya-Ukrayna barışı gibi ulvi bir barışmış gibi sunulan "İmar Barışı"nda "yeminli bürolar" gibi bir kılıfa dahi gerek duyulmadı. Şimdi kim suçlu? Yedi kere inşaat durdurma kararına rağmen açılışına izin verilen ve onlarca sporcu çocuğun ve rehberin mezarı olan otelin sahibi mi? Müteahhidi mi? İzin verenler mi? Yoksa hepsi birden mi?

Koskoca Değirmendere, dolgu alanında, üzerindeki binalarla birlikte denizde hâlâ dururken, bugün dolgu alanlarda plan yapanlar, inşaat yapanlar, inşaat molozlarından müteşekkil, Maltepe-Yenikapı dolgu alanlarında miting yapanlar, İstanbul Depremi'nin eli kulağındayken, hâlâ o alanlarda deprem yardımı toplayanlar... Bunlar bilmiyorlar mı? Söylemedik mi?

Bugün bütün toplanma alanlarını imara açıp İstanbul'un ortasında sahra hastanesi, çadır alanı, helikopter pisti olarak kullanılabilecek tek alan olan Gezi Parkı'na bütün bilimsel, teknik, hukuksal kararlara karşın "ille de bina yapacağım" diye tutturan kim? Buna engel olmaya çalışanlara şiddet uygulayanlar, sekiz canı öldürüp binlerce insanı yaralayanlar kim? Hepsinin adı bizim davamızın "şikayetçi" bölümünde sıralı.

-Hem TMMOB'un hem de bilim insanlarının yıllardır uyardığı, "bile bile" gelen bu depremi, dizlerini döverek karşıladığına şahidim. Süleyman Demirel'in 1999 depreminden "ders çıkardık" dediğini de anımsayarak, dersi çıkardığımızı varsaysak bile, ödevlerimizi yaptık mı?

Bir önceki sorudaki yanıtlarıma dönmeden, tekrara kaçmadan özetlemeye çalışacağım. Affet. Beynim bir haftadır yılların birikiminden, olur olmaz bilgilerin düzensiz bombardımanı altında. Yöntemsel bir sıralamaya sokamıyorum, bir nevi kapalı alanda fikir firarı...

Bu coğrafya deprem derslerini neolitik çağlardan beri alıyor. Mesela Göbeklitepe. En iyi ders 1939 Erzincan Depremi'nden alındı. O nedenle, belki de dünyadaki en ileri afet yasaları hazırlandı. Ardından diğer büyük dersler... Her birinden alınan dersler yazıldı, çizildi, kurallar konuldu, yönetmelikler yenilendi. Ancak, özellikle 1970'lerden itibaren içine girilen neoliberal ekonomik ve ideolojik yeniden yapılanma sonrası kamu idaresi zihniyetinde çok köklü bir değişiklik yapıldı. 1980 darbesi ile, hiçbir altyapı değişikliği yapılmadan ve destekleyici önlemler alınmadan, anti-demokratik yöntemlerle yerleştirilen bu yeni sistem, öncelikle üretim ekonomisinden çok tüketim ekonomisini esas aldı. Kentler ve kırsal araziler, kamunun dahi olsa, inşaata dayalı ekonominin en büyük sermayesi haline geldi. Ayrıca "çılgın" ve "mega" projelerle, uluslararası sermayenin de cazibe merkezi olmak hedeflendi. İktidarlar, iş başında kalabilmek adına bu yeni sermaye grubuyla çok sıkı ilişkiler kurdu. Bugün bahsettiğimiz bütün sermaye çeteleşmeleri o dönemin ideolojisinin sonucudur. Bu arada 1999 depremi yeni bir iş alanı açtı: yıkılan kentler, yıkımı bekleyen yerlerin yarattığı korku, bu sektör ve bilimsel neoliberal ideologlar sayesinde hâlâ son derece yanlış anlamlar yüklenen "kentsel dönüşüm." Aslında "yerleşmelerin güçlendirilmesi, sağlıklaştırılması ve rehabilite edilmesi" anlamında kullanılması gereken bu kavram, yanlış bir tercüme ve anlayışla, yeni inşaat sektörünün elinde adeta "mucize" bir kavram haline getirildi. 1999 depreminden hemen sonra bütün meslek ve bilim insanları tarafından önerilen "ucuz ve hızlı güçlendirme planları ve teknikleri" hızla rafa kaldırıldı. Zaten varolan sıkışık yapılaşma, toplum tarafından da gönül rızasıyla kabul edilen müteahhit kâr paylarıyla, neredeyse on misline katlanarak arttı, semtler, mahalleler yeniden inşa edildi. Genelde de aslolarak rehabilite edilmesi gereken yerler değil, rantı yüksek olan alanlar seçildi. TOKİ çıkarılan yeni kanunlarla kamunun bütün arsa stokların sahip oldu ve bu alanları yeni müteahhitlerin "kâr projelerine" açtı.

Sosyal kiralık konut politikası tamamen terk edildi, 775 sayılı yasa ortadan kaldırıldı. Bütün bu eylemleri rahatça yapabilmek için "deprem" bir bahane olarak kullanıldı, binlerce kanun ve KHK çıkarıldı. Kamu ihale yasası benim bildiğim 195 kere değiştirildi. Devlet Planlama Teşkilatı lağvedilerek ülke planlamasıyla fiziki planlamanın bağı koparıldı. Belediyelerin bütün planlama yetkileri parça parça Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın emrine, daha doğrusu tek bir yetkinin emrine sunuldu. Planlı bölgelerdeki bütün planlar plan değişiklikleriyle delik deşik edildi. Bütün bu olanları anayasal yetkilerini kullanarak hukuk yoluyla engellemeye çalışan meslek odalarının tüm denetim yetkileri ellerinden alınmaya çalışıldı, düşman ve vatan haini ilan edildi. Barolar parçalandı, hukuk bu yeni anlayışa uygun olarak "dönüştürüldü." Bu hukuksal dönüşüm kalkınma raporlarında (mealen, malum cezaevindeyim, tam maddelere erişimim yok) şöyle yer aldı: 'Bugün asıl yapılacak iş uluslararası ve yerel sermaye için gerekli kolaylıkları sağlamaktadır. Belediyelerimiz bu anlamda promosyon kuruluşları haline getirilecektir. Hukuk sistemimiz bu yeni duruma göre reforme edilecektir.'