Söyleşi: MUSTAFA KARA

Küresel CEO Araştırması'na göre üst düzey yöneticiler bir yıl içinde “hafif ve kısa süreli” bir resesyon bekliyor, ABD Başkanı Joe Biden “resesyonu hafif atlatacaklarını” düşünüyor. Şirketler şimdiden işçi alımlarını durduruyor, küçülmeye gidiyor. ABD ve büyük şirketlerin “hafif ve kısa süreli” öngördüğü durgunluk, dünyanın geri kalanı ve emekçi sınıflar için aynı anlama gelmiyor. Beykoz Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sinan Alçın ile dünyayı bekleyen resesyonu, dünya ve Türkiye için olası sonuçlarını konuştuk.

Dünya çapında 1300 büyük şirketin CEO’suyla yapılan araştırma gösterdi ki, üst düzey yöneticilerin yüzde 86’bu yıl bir resesyon bekleniyor. Büyük çoğunluğu bunu “hafif ve kısa süreli” olarak öngörüyor. Dünya ekonomisi gerçekten, resesyona, yani durgunluğa doğru mu gidiyor?

2023 yılına doğru yaklaşıyoruz, 2022’nin son çeyreğindeyiz. Buraya nasıl geldiğimizden bahsetmek lazım. Pandeminin ortaya çıktığı dönem ve sonrasında ağırlıkla gelişmiş ülkelerde güçlü kurtarma paketlerinin açıklandığını gördük. Merkez bankaları tarafından, adeta bu pandemi yangınının üzerine hortumla para saçılmış oldu. Hatta o dönemlerdeki tartışılan haliyle “helikopter para” tabir edilen bir şekilde hane halkının harcamalarını, gündelik tüketimini sürdürebilmesi için yoğun biçimde para basıldı açıkçası. Yaklaşık olarak 20 trilyon doları bulan bir genişlemeden bahsediyoruz. Oldukça büyük bir düzey bu. Dünyada üretilen mal ve hizmetin değeri 84 trilyon dolar civarında, fakat pandemi öncesinde dünyada dolaşan para miktarı 240 trilyon dolar düzeyindeydi. Şu an gelinen aşamada bu, bütün kredi ve borç parayı da içerecek biçimde, 300 trilyon dolara ulaşmış durumda. Üretken sermayeyle para sermaye arasındaki makasın muazzam ölçüde açıldığı bir durum. Bu çoklu aşma hali, yani paranın çok aştığı bu hal, aslında gerçek olanın da değersiz değiştiği bir durumu doğuruyor. Türkiye ekonomisinin yaklaşık 24 katı kadar büyüklükte para; majör merkez bankaları tarafından piyasaya salınmış.

Pandeminin etkilerinin azalmaya başlamasıyla birlikte şişen varlık balonların tek tek patladığını gördük. Altın içine girdiği yükseliş trendini bir tarafa bıraktı, ons altında geri çekilmeler olduğunu gördük. Gıda, emtia, tek tek sanayi emtialarında güçlü geri çekilmeler gördük. Amerikan hisse senedi piyasasında Nasdaq başta olmak üzere 2018’de başlayan rallinin aksamaya başladığını, güçlü geri dönüşler olduğunu gördük. Tüm bunlar olurken bu 20 trilyon dolarlık ek genişlemenin ekonomilerde yarattığı efektif talep artışı da oldu. Pandemiyle ertelenen talep masaya geldi ve bu talebin gerçekleştiğini gördük. Pandeminin ortaya çıktığı Çin ilk toparlanan ülke oldu, fakat pandemi etkisi dünyada çekilmeye başladığında ise Çin tekrar kapanma etkisi yaşadı. 1990’lardan bu yana ilk kez yavaşlayan bir Çin ekonomisiyle karşı karşıya kaldık. Muhtemelen önümüzdeki dönemin bütün küresel ekonomik eksenini de etkileyebilecek bir yavaşlama bu. Çin yavaşladığı anda petrol talebi, sınai girdi talebi yüzde 30 düzeyinde düşüyor. Bu tabii bütün fiyatları etkiliyor.

Bu durum bir yandan hammadde fiyatlarında ciddi artışlar yaşanmasına neden oldu, diğer yandan büyük bir iştahla artan talep fiyatları şişirmeye başladı. Dünyada bir enflasyon rüzgarı yaşamaya başladık. 2019, 2020, 2021, 2022... Her yılın bir siyah kutusu vardı. 2019’a acaba “ABD ile İran arasında acaba bir savaş mı çıkacak?” sorusu ile girdik. 2020 ve 2021’de pandemi etkisi ve 2022’de de Rusya’nın Ukrayna işgaliyle yıla uyanmış olduk. Bu durum özellikle petrol fiyatlarında muazzam biçimde yukarı yönlü bir hareketi besledi. Tedarik kanallarındaki tıkanmayı güçlendiren, risk algısını artıran, talepte de yönü kaydıran adımlar atıldı. Mesela Almanya 100 milyar euroluk bir savunma sanayini güçlendirme adımı attı. “Pandemiden çıktık ve artık rahatlayacağız, ekonomi normal hale gelecek derken, 20 trilyon dolarlık parayı, yavaş yavaş ekonomiye yedirmeyeceğiz” derken, Rusya Ukrayna Savaşı bu denklemi bozdu. Ülkeler yeni angajmana göre hareket etmeye başladılar. Hem Rusya Ukrayna Savaşı hem de, Çin'le Tayvan arasındaki potansiyel gerilimde ABD’nin rolünü de unutmamak lazım.

Bu yaşananlar bilinmeyen, öngörülemeyen şeyler değil değildir herhalde. Sonuç olarak saydıkların aynı zamanda resesyonun nedeni gibi de duruyor. ABD’nin hamleleri bilinçli hamleler miydi?

Amerika bakımından atılan adımlar, müzik durduğunda kimin ayakta kaldığıyla ilgili. Fazladan paranın krize neden olacağı biliniyor. Fakat soru şu; “Bu krizi ben mi yaşayacağım, sen mi yaşayacaksın?” 2008 krizini anımsayalım. Krizin ilk ortaya çıktığı ülke ABD, daha sonra İngiltere, Almanya, Fransa... Krizden ilk çıkan ülkeler de bunlar. Krizden hâlâ çıkamayan ülkeler ise Arap coğrafyası başta olmak üzere vesayet savaşlarının devam ettiği ülkeler. Amerika'nın, İngiltere'nin, Almanya'nın, Fransa'nın krizden çıkabilmesinin yolu, aslında farklı ülkelerde bu savaşın sürdürülmesi ve Amerika'da çöken o konut piyasası yerine de savunma sanayiinin bir anlamda getirilip oturtulması, yani yeni bir birikim rejiminin ortaya çıkmasıydı.

Dünyada gıda fiyatlarındaki küresel enflasyon bir yılda yüzde 4. Türkiye'de ne kadar; yüzde 93. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeklik aynı değil. Türkiye özelinde baktığımızda da özellikle Haziran'da gerçekleşmiş ve gerçekleşeceğini düşündüğümüz seçim tabii ki yılı yine ikiye ayırmış oluyor.

Sandalye kapmaca metaforunu şöylede görebilir miyiz; hani hesap geldi ve hesabı kimin ödeyeceği ile ilgili bir tartışma dönüyor? Yani hesabı bize kilitlemeye çalışıyorlar sanki.

Evet, tabii daha önceki örneklerde de hesabı ödetme konusunda oldukça mahir olduklarını söylemek yanıltıcı olmaz. Şimdi böyle bir iklimde, şimdi 2022 yılı sonuna yaklaşırken dünyada nasıl bir 2023 bekleniyor? Bahsettiği CEO araştırması da aslında aynı yeri anlatıyor. Yarısı kış, yarısı bahar bir yıl. Yani özellikle Haziran ayına kadar küresel ekonomide resesyon beklentileri güçlü biçimde devam edecek. Sürekli durgunluk yaşayacağız. Fakat bunun küresel boyutta olacağını söylemek doğru olmaz. Nasıl ki ülkeler eşit koşulda pandemiye girmediyse, eşit teşvik programları açıklayamadıysa ve eşit biçimde yurttaşlarını koruyamadıysa; şimdi bu resesyonun etkileri de eşit biçimde olmayacaktır. Dünyada gıda fiyatlarındaki küresel enflasyon bir yılda yüzde 4. Türkiye'de ne kadar; yüzde 93. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeklik aynı değil. Türkiye özelinde baktığımızda da özellikle Haziran'da gerçekleşmiş ve gerçekleşeceğini düşündüğümüz seçim tabii ki yılı yine ikiye ayırmış oluyor.

Senin yaptığın öngörüye mi güveniyor biraz iktidar acaba? İkinci yarıda işler rahatlayacak böylece, işler yoluna girecek, diye mi düşünüyor?

İkinci altı ayı görüp görüp görmeyeceği seçim sonucuna bağlı. Peki ne olacak? Muazzam bir mali genişleme içerisinde seçime gideceğiz. Mevcut enflasyon oranını da katlanmaya yakın. TÜİK'in açıkladığı yüzde 84 oranını baz alırsak, üç haneye çıkacak bir enflasyonu bahar aylarında, muhtemelen Nisan Mayıs gibi göreceğiz. Sonrası tabii seçim sonucuna bağlı.

Bu koalisyon da kalsa, muhalefet de gelse bir defa, acı reçete de dediğimiz bir program uygulanmak zorunda. Başka türlü bir çıkış yok. Hem politika faizinde ciddi artışlar olacaktır, hem de mali sıkılaşmaya gidilecektir. Yeni vergiler hayatımıza girebilir, mevcut vergilerde artışlar olabilir. Yani bunun faturasını bir şekilde toplumun ödemesi gerekiyor.

Büyüyebiliyor muyuz, evet büyüyoruz. Türkiye'nin belki en kolay yaptığı şey büyüyebilmek. Fakat “Nasıl büyüyoruz?” diye sorduğumuzda, yanıt o kadar rahat değil. Ya da istihdam, istihdam sağlayabiliyor mu Türkiye ekonomisi? “Nasıl istihdam ediliyorlar?” diye sorsak? Hangi ücretle, hangi sosyal haklarla, hangi ek ödemelerle, hangi iş güvencesiyle? Bu soruya da aynı yüreklilikle, aynı rahatlıkla yanıt veremiyoruz.

Başta söz ettiğimiz araştırmada CEO’ların yüzde 72'si “Resesyon büyümeye sekte vurur” diyor ve şimdiden önlem alacaklarını söylüyorlar. Önlem dedikleri “işe alımları durdurmak”, “işçi sayısını azaltmak” gibi adımlar. Tıpkı hesabı öderken ABD ve Türkiye arasında olan dengesizlik gibi, Türkiye'ye çıkan hesabı öderken de işveren ile işçiler arasında da bir dengesizlik yaşayacak mıyız?

Enflasyonun sınıfsal temelleri çok öne çıkıyor. Özellikle 80'li yılları anımsayacak olursak, nedir enflasyonun sonucu? Geniş halk kesimleri açısından reel gelirin sürekli düşmesi demek, satın alma gücünün azalması demek. Elindeki para aynı, ama alım gücü azalıyor. Enflasyonun ikinci sonucu da şudur, gelir adaletsizliği muazzam ölçüde artar. Geniş kesimler giderek yoksullaşır, satın alma gücü azalır. Fakat tek gerçek bu değil, ikinci bir gerçek var, bir kesim buradan nemalanır ve muazzam ölçüde geliri artar. Yine TÜİK tarafından açıklanan ikinci çeyrek büyüme rakamlarında çok çarpıcı bir sonuç var. Daha önce çalışanların milli gelirden aldıkları pay yüzde 36 düzeyinde iken, bu ikinci çeyrek büyümesinde bu payın yüzde 25'e düştüğünü görüyoruz. Büyüyebiliyor muyuz, evet büyüyoruz. Türkiye'nin belki en kolay yaptığı şey büyüyebilmek. Fakat “Nasıl büyüyoruz?” diye sorduğumuzda, yanıt o kadar rahat değil. Ya da istihdam, istihdam sağlayabiliyor mu Türkiye ekonomisi? “Nasıl istihdam ediliyorlar?” diye sorsak? Hangi ücretle, hangi sosyal haklarla, hangi ek ödemelerle, hangi iş güvencesiyle? Bu soruya da aynı yüreklilikle, aynı rahatlıkla yanıt veremiyoruz. Aslında büyüyerek de yoksullaşabiliyoruz, çalışsak da aç kalabiliyoruz.

Dünya ekonomisine döndüğümüzde de iki alan var: “Olumlu risk” ve “olumsuz risk” gibi. Bir tarafta işte Rusya, Ukrayna savaşı ve bu savaşın daha da büyüme ihtimali. Bu her şeyi alt üst edebilir. Diğer tarafta Çin'deki yavaşlama eğilimi dünyanın da bir durgunluğa, kalıcı durgunluğa doğru gitmesine neden olabilir. Mevcut enflasyon tek bir şeyden beslenmiyor. Enflasyonun artıyor olması bir taraftan talepten kaynaklı, diğer taraftan maliyetlerden kaynaklı. Bu iki unsurdaki hareket hem enflasyon, hem de durgunluk ve hatta belki resesyon üzerinde etkili bir durum yaratıyor.

Bütün bunları niye biraz uzun anlatmaya çalıştım? Çünkü “tek bir ekonomi” diye bir şey yok. O ekonomi içerisinde hepimiz aynı kompartımanda değiliz, ülkeler bazında da değiliz, sınıflar bazında dedi. Aynı gerçeklikle karşı karşıya değiliz. Resesyon belli ülkelerde çok yıkıcı etkiler yaratacaktır 2023'te, ama belli ülkeler hafif sıyrıklarla atlatacaktır. O 300 trilyon dolarlık kredi borç para bir şekilde gerçek değerine doğru yani 84-85 trilyon dolara doğru inmedikçe, ekonomide kendiliğinden bir düzelme bekleyemeyiz. Bunu biraz sanayi kapitalizminin kendi kendine yaratmış olduğu, kendi işleyiş mekanizmasından kaynaklı ve sürekli hale gelmiş bu sistemik krizlerin bir yansıması olarak da görebiliriz.

Bu geniş konuşmayı gerektiren bir saptama. Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?

Biliyorsun Marx’a ölüm döşeğinde soruyorlar, “Son sözün var mı?” diye.... Onun için son söz söylemeyelim, ama bu iyi bir başlangıç olsun, sizin de yolunuz açık olsun.