İstanbul’un bugünkü kalabalığına bakınca, bir anlığına gözlerinizi kapatıp geçmişe gitmek istediniz mi? 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında bu şehir bambaşka bir ruha sahipti. Sultanahmet Meydanı’ndan Boğaz kıyılarına, dar sokaklardan renkli evlere uzanan bir hayat vardı. Eski fotoğraflar, o günlerin kokusunu ve sesini bugün hâlâ hissettiriyor. İşte, İstanbul’un o büyüleyici yılları…
Fotoğraflar Eski İstanbul Fotoğrafları Arşivi'nden alınmıştır.
Eski Fotoğraflarla İstanbul
İstanbul’un dar sokaklarında dolaşırken hala geçmişin izlerini hissetmek mümkün. Hele eski fotoğraflara baktığınızda, bugünkü kalabalık ve yoğun tempodan çok uzak, bambaşka bir İstanbul karşımıza çıkıyor. 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başı, şehrin hem büyüleyici hem de çalkantılı dönemlerindendi.

1800’lerin İstanbul’u sadece mimarisiyle değil, kültürel çeşitliliğiyle de büyüleyiciydi. Farklı inançlardan, dillerden ve geleneklerden insanlar aynı sokaklarda yan yana yaşardı. Kuzguncuk’ta bir sinagogun yanında bir kilise, onun birkaç adım ötesinde ise bir cami yükselirdi. Bu yan yana duruş, şehrin ruhunu oluşturan en güçlü detaylardan biriydi. İstanbul, adeta farklı kültürlerin birlikte nefes aldığı dev bir mozaikti.

O yıllarda Sultanahmet Meydanı, günümüzde olduğu gibi turistlerin fotoğraf çektiği bir yer değil, şehrin tam anlamıyla kalbiydi. Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin yan yana yükselen silüetleri, İstanbul’un hâlâ imparatorluk başkenti olduğunu hatırlatıyordu. Meydanın etrafında at arabalarının sesi, kahvehanelerden yükselen sohbetler ve satıcıların sesleri birbirine karışıyordu.
Gündelik hayat da bugünden çok farklıydı. Elektrik henüz yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı, gaz lambalarının ışığında akşam sohbetleri yapılırdı. Sokaklarda simitçiler, macuncular ve seyyar satıcılar dolaşırdı. Çocuklar ise günlerini mahalle aralarında saklambaç oynayarak, ip atlayarak geçirirdi. O dönemin fotoğraflarında görülen samimiyet, aslında bu gündelik hayatın sıcaklığını yansıtır.


Boğaz kıyılarında ise hayat çok daha dingindi. Kuzguncuk, Çengelköy ve Arnavutköy gibi semtler, rengârenk evleriyle adeta masalsı bir manzara sunuyordu. Yaz akşamları Boğaz’dan esen serin rüzgâr, yalıların pencerelerinden içeri dolarken insanlar sandallarıyla gezintiye çıkıyor, gün batımının tadını çıkarıyordu.


1900’lerin başına gelindiğinde ise İstanbul artık sancılı bir döneme girmişti. İşgal yıllarında yabancı askerler sokaklarda boy gösteriyor, özellikle Karaköy ve Beyoğlu’nda gündelik yaşamın havası değişiyordu. Ancak bütün bu zorluklara rağmen şehir, kimliğini asla kaybetmedi. Halk, çarşılarda alışveriş yapmaya, kahvehanelerde gazete okumaya, çocuklar sokak aralarında oynamaya devam etti.
İstanbul’un modernleşme süreci hız kazanıyordu. Tramvay hatları kuruluyor, gazete ve dergiler kentin entelektüel yaşamını canlandırıyordu. Fakat modernleşmenin yanında işgal yıllarının gölgesi de vardı. Halk bir yandan yeniliklere ayak uyduruyor, diğer yandan şehrin özgürlüğünü korumak için direniyordu.


Tam da bu nedenle İstanbul’un o dönemine bakıldığında, insanda hem bir hüzün hem de bir hayranlık duygusu uyanır. Çünkü şehir, ne olursa olsun hep ayakta kalmıştır. 1800’lerden 1900’lere uzanan bu yolculuk, İstanbul’un yalnızca taş binalardan ibaret olmadığını; aynı zamanda yaşayan, nefes alan bir ruhu olduğunu hatırlatır.


Bugün Sultanahmet Meydanı’nda yürürken ya da Boğaz’a karşı soluklanırken, belki de o eski günlerin izlerini fark edebilirsiniz. Bir ağacın gölgesinde oturduğunuzda ya da tarihi bir sokaktan geçtiğinizde, İstanbul’un yüzlerce yıl boyunca biriktirdiği hikâyelerin kulağınıza fısıldandığını hissedebilirsiniz.





