Haber: Fatoş Erdoğan

Hafıza Merkezi, 2015 ile 2021 yılları arasında hak savunucularına yönelik saldırıyı içeren raporunu Galata’da bulunan Postane’de yaptığı basın açıklamasıyla açıkladı. 

Sessiz Kalma: Hak Savunucularına Yönelik Yıldırma Politikaları 2015-2021” başlığıyla hazırlanan rapor aynı zamanda kitapçık halinde de hazırlandı.

Hafıza Merkezi hak savunucuların korunması ve güçlenmesine ilişkin yürüttükleri çalışmalarını 2019 yılından bu yana SessizKalma.org web sitesi üzerinden kamuoyuyla paylaşıyor. Bugün yapılan basın toplantısında yayınladıkları rapor, bu alandaki belgeleme çalışmaları sırasında topladıkları verinin analizini içeriyor. Raporun ana bulgularına ilişkin basın metnini Hafıza Merkezi ekibinden Murat Çelikkan, Burcu Bingöllü ve Özlem Zıngıl paylaştı.

Basın toplantısında ilk konuşmayı Hafıza Merkezi ekibinden Murat Çelikkan yaptı.

Çelikkan 2018 yılından beri insan haklarını savunanları savunmak için çalışmalar yaptıklarını belirterek, insan hakları savunucularının kendilerinin mağduru olmadıkları ihlallere karşı mücadele ettiklerini söyledi.

“MECLİS, SİVİL ALANIN BASKI ALTINA ALINMASINDA KRİTİK BİR ROL ÜSTLENİYOR”

Sessiz Kalma’da yer alan farklı nitelikteki verinin analizine dayanan raporun ilk bölümünü Özlem Zıngıl aktardı:

“Hafıza Merkezi Raporunun ilk kısmı sivil alana ve hak savunucularına yapılan müdahalelere dair genel bir bakış sunmayı amaçlıyor.

Yakın döneme baktığımızda sivil toplumun faaliyetlerini sekteye uğratacak yeni yasalar çıkarılmasının, özellikle de terörle mücadele ve ulusal güvenlik yasaları olmak üzere mevzuatın kötü niyetli bir biçimde uygulamasının, sivil alanı kısıtlayan ve hak savunucularını engelleyen müdahaleler arasında önemli bir yere sahip olduğunu gördük.

Sivil alanın baskı altına alınmasına yönelik politikaların pratiğe dökülmesinde meclis, mevcut yasalarda değişiklikler yaparak ya da yeni yasal düzenlemeler yürürlüğe koyarak kritik bir rol üstleniyor.

Örgütlenme özgürlüğünü ciddi anlamda tehlikeye atan bu yasama faaliyetlerinin son yıllarda dernek statüsünde çalışmalarını sürdüren ve kâr amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşlarını hedef aldığını vurgulamak gerekiyor.

Raporda odaklandığımız döneme baktığımızda, sivil toplum kuruluşlarının faaliyet sahasını sınırlandırmanın yasal temellerini oluşturan yasama faaliyetleri;

*Dernekler Kanunu ve Dernekler Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler ile

*Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi Kanunu’nun yürürlüğe konulması.

Bahsedilen değişikliler ve yeni kanun, hukuka uygunluk ilkesi ile örgütlenme ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere bir dizi insan hakkının kullanımını zayıflatıyor.

Kronolojik olarak hatırlayacak olursak:

*2018 yılında Dernekler Yönetmeliği’nde yapılan (bir nevi fişleme olarak da görülen) bir değişiklikle kişisel/kurumsal bilgilerin Dernekler Bilgi Sistemi (DERBİS) üzerinden bildirilmesi zorunlu kılındı.

*İnsan Hakları Derneği ve Mülkiyeliler Birliği Derneği, bu değişikliğin iptali için dava açtı. Danıştay, yapılan değişikliğin kişisel verilerin korunması ilkelerine aykırı olduğu ve böyle bir değişikliğin ancak kanunla yapılabileceği gerekçeleriyle ilgili yönetmelik maddelerini 15 Nisan 2021’de iptal etti.

*Ancak, Danıştay kararından yaklaşık 1 ay önce 26 Mart 2020 tarihinde aynı değişiklikler Dernekler Kanunu’nda düzenlendi. Kanunda yapılan bu düzenleme ile Danıştay tarafından iptal kararında işaret edilen “yasal dayanak” yoksunluğu giderilmiş oldu.

*Benzer şekilde mevzuat değişikliği ile sonradan “hukukilik” veya “yasal dayanak” kazandırmak sıklıkla gördüğümüz (özellikle çevre mücadelesinde) bir örüntü.

*2020 yılının sonunda 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun (7262 sayılı Kanun) yürürlüğe girdi.

*Sivil toplum açısından oldukça tartışmalı bir niteliğe sahip olan bu Kanun, 2019’da Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF) Türkiye’ye “terörizmin finansmanı amacıyla kötüye kullanılma riski altında olduğu tespit edilen kâr amacı gütmeyen kuruluşlara yönelik hedef odaklı, risk temelli bir yaklaşım ve orantılı risk azaltma tedbirleri uygulama” tavsiyesinde bulunmasının ardından alelacele çıkarıldı.

*Sivil toplumu doğrudan ilgilendiren düzenlemeler içeren bu kanunla ilgili olarak sivil toplum kuruluşları diyalog kurulmadı, sivil toplumun ve parlamentodaki muhalefet partilerinin görüşleri etkisiz kaldı.

*Kanun, FATF tavsiyelerinin çok ötesine geçen kanun aşırı geniş ve muğlak maddeler içeriyor ve gerekçesinde belirtilenin aksine, sivil toplum kurumları açısından ciddi engeller ve baskılar yaratacak düzenlemeler getiriyor.

*Kanunun, terör suçlarından hüküm giyen kişilerin yönetim ve denetim organlarında görev almasını yasaklıyor, üyelerin ve çalışanların görevden alınmasına izin veriyor, derneklere kayyum atanmasına imkân tanıyor.

*Kanunla ilişkili olarak, Ekim 2021’de ise sivil alanı daraltacak ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayacak sonuçlar doğurma riski taşıyan bir yönetmelik değişikliği Resmî Gazete’de yayımlandı.

*Dernekler Yönetmeliği’nde yapılan bu değişiklikle derneklerin denetimine, risk analizine ve buna göre gruplandırılmasına dair düzenlemeler getirildi.

*Risk analizi düzenlemesinin yasaya dayanmaması ve şeffaflıktan uzak olması en temel endişe.

*Bu değişikliğin iptali için İnsan Hakları Derneği ve İfade Özgürlüğü Derneği’nin açtığı davaların Danıştay önündeki incelemesi devam ediyor.

Sivil alanı kısıtlayan ve hak savunucularını engelleyen müdahaleler arasında gördüğümüz mevzuatın kötü niyetli bir biçimde uygulaması ise sivil topluma ve hak savunucularına yönelik yargısal ve idari taciz uygulamalarının ortak keseni olarak ortaya çıkıyor.

“Sorunlu yasal düzenlemeler” olarak adlandırabileceğimiz, yani temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunacak derecede kısıtlayıcı hükümler içeren bu mevzuat Türk Ceza Kanunu (TCK), Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu.

Zaman içinde yargı reformları ile bu düzenlemelerde kimi değişiklikler yapılsa da hem uygulayıcılara tanınan geniş takdir yetkisi hem de yapılan değişikliklerin uygulanmasına dair irade eksikliği, değişikliklerin pratiğe ve somut olarak da yargılamalara yansımamasına neden oluyor.

Sessiz Kalma’da yer alan hak savunucularının yargılandıkları davalara bakıldığında sıklıkla;

-TCK’da düzenlenen “Terör Örgütü Üyeliği”,

-“Terör Örgütü Adına Suç İşleme”,

-“Terör Örgütüne Yardım Etme”,

-“Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik Etme” ve

- “Cumhurbaşkanına Hakaret Etme”,

-TMK’da düzenlenen “Terör Örgütü Propagandası Yapma” ile

-“2911 Sayılı Toplantı Gösteri Yürüyüşü Kanununa Muhalefet Etme” suçlamalarının yöneltildiğini görülüyoruz.

“SUÇLAMALAR DEMOKRATİK HAKLARIN KULLANILMASIYLA ORTAYA ÇIKIYOR”

Bu suçlamaların yöneltilmesine yol açan eylemler çoğunlukla ifade özgürlüğünü kullanan hak savunucusunun basın açıklamasına katılması, sosyal medya paylaşımı yapması, toplantı gösteri yürüyüşüne katılması gibi demokratik hakların kullanılmasıyla ortaya çıkıyor.

Savcılar ve hâkimler hak savunucularına bu suçları isnat ederken, bir hak olarak ifade özgürlüğünü, bu özgürlüğün sınırlanmasına getirilen kuralları ve ayrıca kişilerin hak savunucusu kimliğini dikkate almıyor.

Bu suçlamalara dayanarak yargılanan kişiler sonunda beraat etse dahi yargılamaların yıllarca sürdüğünü ve ifade özgürlüğünün kullanımı konusunda caydırıcı etki yaratıldığını vurgulamak ve bu davaların devletin farklı düşünceleri koruyan bir ortam yaratma yönündeki yükümlülüğünü ihlal ettiğinin altını çizmek gerekiyor.

Sessiz Kalma’da profillerine yer verilenlerle sınırlı olmaksızın hak savunucuları aleyhine başlatılan soruşturmalarda hak savunucuları hakkında takipsizlik kararı verilmesi veya yargılamalarda ya da AYM kararıyla hak ihlalinin tespiti neticesinde beraat etmelerinin olumlu birer sonuç olduğu şüphesiz.

Bu gibi kararlar, hak savunucularının kriminalize edilmek istendiği eylem ve sözlerinin temel hak ve özgürlük kullanımı olduğunu teyit etse de bu olumlu kararların hak savunucularına yönelik yargısal tacizde emsal kararlar olabildiğini söylemek zor.

Bir hak savunucusu hakkında verilen takipsizlik veya beraat kararı (ve bu kararların gerekçesi), benzer durumdaki hak savunucuları aleyhine başlatılan soruşturma ve açılan davalarda dikkate alınmıyor.

Diğer taraftan, hak savunucuları aleyhine başlatılan soruşturma ve davalarda yargı makamları takipsizlik veya beraat kararları ile hak savunucularının suçsuzluğunu teslim ederken maruz kaldıkları işkence, kötü muamele gibi müdahaleler nedeniyle bunlara sebep veren kamu görevlilerine karşı harekete geçmiyor. Bu durum ise kamu görevlilerine cezasızlık koruması sağlıyor.

“YARGI, SİYASAL AMAÇLAR DOĞRULTUSUNDA ARAÇSALLAŞTIRILIYOR”

Sessiz Kalma’da yer alan hukuki veriler, hak savunucularına yönelik sistematik damgalama, misilleme ve kriminalize etme politikalarının uygulanmasında yargı mekanizmasının ve kamu makamlarının etkin bir rol oynadığını somut göstergelerle ortaya koyuyor.

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun bağımlı yapısının etkisini görebildiğimiz yargısal taciz uygulamalarının zamanlaması ya da hızı, yargının siyasal amaçlar doğrultusunda nasıl araçsallaştırıldığına da işaret ediyor.

Hak savunucuları ile ilgili yürütülen yargısal işlemlerde;

*Adil yargılanma hakkının gereği olan usuli güvencelerin neredeyse tümüyle bertaraf edildiği görülüyor.

*Yasal ve meşru eylemlerin kriminalize edilmesi, herhangi bir suç oluşturmayan eylemler nedeniyle hak savunucularının suçlamalarla karşılaşması en sık rastlanan uygulama olarak öne çıkıyor.

*Yakalama, el koyma, gözaltı, tutuklama gibi koruma tedbiri uygulanmasına ilişkin verilen kararlarda, koruma tedbirinin türü ve niteliğine göre kabul edilen standartların hiçbirine uyulmadığı görülüyor.

*Deliller hukuka aykırı şekilde toplanıyor ve yargılamalarda hukuka aykırı şekilde değerlendiriliyor.

*Adil yargılanma ilkelerine uyulmadığı gibi, iddia makamı ile şüpheliler/sanıklar yargılama sürecinde eşit muamele görmüyor, iddia savunmadan üstün tutuluyor ve şüpheli/sanık haklarına riayet edilmiyor.

 İddianameler ve esas hakkında mütalaalar gibi mahkemelerce verilen kararlar, ciddiyetten tümüyle uzak, varsayımsal suçlamalara dayanıyor.

 Mahkûmiyet kararları ise nesnel bir gözle bakıldığında belirsiz, değerlendirmeler yersiz, tutarsız ve gerekçeden yoksun.

 Türkiye’de mahkemelerin AİHM standartlarına uyma konusundaki performansı, yapılan yargı reformlarına, hak ve özgürlüklerin korunmasını amaçlayan yasa değişikliklerine, hâkim savcı eğitimlerine rağmen ilerlemediği gibi, her geçen gün daha da geriye gitmeye devam ediyor. Buna, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymama da ekleniyor.

 Sivil alanı daraltmaya ve hak savunucularını susturmaya yönelik müdahalelerin bir diğer boyutunu oluşturan da kamu makamlarının kararlarını ise toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına yönelik olanlar ve çalışma hayatına yönelik olanlar şeklinde iki grupta toplamak mümkün.

-2016 yılından beri giderek artan bir şekilde valilikler ve kaymakamlıklar eylem ve etkinlik yasağı kararları alma, toplanma yerlerini sınırlama uygulamasına başvuruyor.

-Bu yasak ve sınırlama kararlarında geçerli bir gerekçe ortaya konulmuyor; soyut, genel ifadelerle kanun maddesi aynen tekrar ediliyor.

-Kanunda tanınan yetkilerin suiistimal edilecek şekilde kullanıldığı görülüyor. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanımında bildirim yükümlülüğü izin olarak uygulanıyor.

-Analiz, toplanmaya izin verilmemesinin hak savunucularına yönelik müdahalelerin en kolay gerekçelerinden biri olduğunu gösteriyor.

-Toplanmalar, barışçıl niteliğine bakılmaksızın, kanuna aykırı ilan ediliyor ve böylelikle polis ve jandarmanın toplanmaya müdahale etmesi ve güç kullanması mümkün oluyor.

-Eğer toplanma, kamu yetkililerinin siyasi bakımdan hassas olarak değerlendirdiği konulardaysa, bu durumda müdahalenin derecesi de ağır oluyor. Ama her durumda hak savunucuları en hafifi idari para cezası olmak üzere müdahale ile karşılaşıyor.

-Toplanmanın güç kullanılarak dağıtılmış olmasının yetkililer tarafından hak savunucularını “suçlu” olarak göstermenin bir yolu olarak kullanıldığı durumlara da rastlanıyor.

İncelenen örneklerde, faaliyetleri sendikal haklar alanında yoğunlaşan hak savunucularının sıklıkla görev yeri değişikliği, idari soruşturmalar ve sicil bozma, maaştan kesme cezası, işten çıkarılma gibi disiplin işlemleri ile karşı karşıya kaldığını görüyoruz.

2016 yılında ilan edilen OHAL’in temel hak ve özgürlükler alanında yarattığı birçok yıkıcı etkinin en önde gelenlerinden biri olan kamu görevinden ihraç edilme, hak savunucularını da etkiledi.

Çalışma hakkına yönelik bu gibi müdahaleler hak savunucularını cezalandırma yöntemi olarak kullanılıyor.”

hafıza-merkezi (2)

Raporun ikinci bölümü ise hak savunucularına yönelik müdahale yöntemlerine odaklanıyor. Raporun ikinci kısmını Hafıza Merkezi ekibinden Burcu Bingöllü paylaştı:

“Bu müdahale yöntemleri yargısal ve idari taciz uygulamaları ile medyadaki karalama ve hedef gösterme kampanyaları olmak üzere 3 başlık altında inceleniyor.

YARGI

Sessiz Kalma’da yer alan hukuki veriler, hak savunucularına yönelik sistematik damgalama, misilleme ve kriminalize etme politikalarının uygulanmasında yargı mekanizmasının merkezi bir rol oynadığını somut göstergelerle ortaya koyuyor.

 Bu noktada hak savunucularına yönelik yargısal işlemlerde sergilenen düşmanca tutum, sadece işleme tabi tutulan ve doğrudan etkilenenler üzerinde değil tüm hak savunucuları üzerinde “caydırıcı etki” yaratmayı amaçlarken, yargı makamlarının öngörülemez pratiği yasal güvencelerin de ihlalini beraberinde getiriyor.

Bu yargısal tacizi mümkün kılan yapısal sorunların yargı bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı ve özgürlük ve güvenlik hakkı temelinde detaylı bir analizini raporumuzda bulabilirsiniz.

Hak savunucuları, yargının, bağımlı ve etkiye açık yapısı nedeniyle insan hakları mücadelesini geriletmek isteyen siyasal iktidarın uzantısı haline geldiğini ve bir baskı aracına dönüştüğünü gösteren pek çok yargılama ile karşı karşıya kalıyor.

Bu yargısal taciz uygulamalarının zamanlaması ya da hızı çoğunlukla yargının siyasal amaçlar doğrultusunda nasıl araçsallaştırıldığına da işaret ediyor.

 Hak savunucuları ile ilgili yürütülen yargısal işlemlerde;

*Adil yargılanma hakkının teminatı olan usuli güvencelerin neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldığı görülüyor.

*Yasal ve meşru eylemlerin kriminalize edilmesi, savunuculuk kapsamında açıklamada bulunma, rapor/kitap yayınlama, görüşmeler yapma, çalıştay/atölye gibi etkinlikler düzenleme ya da katılma gibi herhangi bir suç oluşturmayan eylemler nedeniyle hak savunucularının suçlamalarla karşılaşması en sık rastlanan uygulama olarak öne çıkıyor.

*Yakalama, el koyma, gözaltı, tutuklama gibi koruma tedbirlerinin yersiz, gereksiz ve ölçüsüz biçimde kötüye kullanıldığı, koruma tedbirinin türü ve niteliğine göre kabul edilen standartların hiçbirine uyulmadığı görülüyor.

*Bu tedbirlerin uygulanmasına ilişkin kararların neredeyse hiçbir zaman somut ya da olaya özgü bir gerekçeye dayanmaması, güvenilirliği son derece tartışmalı olan gizli tanık beyanlarının tek başına bir hükme esas teşkil etmesi ya da tutukluluk sürelerinin uzunluğu yaygın rastlanan sorunlardan.

*Hak savunucularına yöneltilen suçlamaların ağırlıklı olarak dayandırıldığı delilleri iki gruba ayırabiliriz. Birinci grupta HTS kayıtları, iletişim tespiti ve teknik takip kayıtları; ikinci grupta ise tanık ifadeleri yer alıyor. Yürütülen yargısal işlemlerin çoğunda bu deliller hukuka aykırı şekilde toplanıyor ve yargılamalarda da hukuka aykırı şekilde değerlendiriliyor.

*Adil yargılanma ilkelerine uyulmadığı gibi, iddia makamı ile şüpheliler/sanıklar yargılama sürecinde eşit muamele görmüyor, iddia makamı savunmadan üstün tutuluyor ve şüpheli/sanık haklarına riayet edilmiyor. İddia makamının şüpheli/sanık lehine delilleri toplamaması, lehe bulguları dikkate almaması ve dosyaya erişimin kısıtlanması gibi sıklıkla rastlanan uygulamalar bu konudaki sorunların boyutunu ortaya koyuyor.

*İddianameler ve esas hakkında mütalaalar gibi mahkemelerce verilen kararlar, ciddiyetten tümüyle uzak, varsayımsal suçlamalara dayanıyor.

*Mahkûmiyet kararları ise nesnel bir gözle bakıldığında belirsiz, değerlendirmeler yersiz, tutarsız ve gerekçeden yoksun olduğu görülüyor. Sizlerin de aşina olduğu, kimi zaman yüzlerce sayfayı bulan bu kararlarda delillerin ayrıntılı bir değerlendirmesini bulmak güç, ya da hangi sonuca ne gerekçe üzerinden ulaşıldığına dair neden-sonuç ilişkisinin kurulmasını sağlayacak yeterlilikte, açık ve anlaşılabilir olmaktan uzak.

*Yapılan yargı reformlarına, hak ve özgürlüklerin korunmasını amaçlayan yasa değişikliklerine, hâkim savcı eğitimlerine rağmen Türkiye’de mahkemelerin AİHM standartlarına uyma konusundaki performansı ilerlemediği gibi, her geçen gün daha da geriye gitmeye devam ediyor. Buna, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymama da ekleniyor.

 İDARE

Sivil alanı daraltmaya ve hak savunucularını susturmaya yönelik müdahalelerin bir diğer boyutunu oluşturan kamu makamlarının kararlarını ise toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına yönelik olanlar ve çalışma hayatına yönelik olanlar şeklinde iki grupta toplamak mümkün.

Bunlardan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkin olanları özellikle sivil toplum için büyük önem arz ediyor. Zira bu hak ifade özgürlüğü ve örgütlenme hakkı ile de doğrudan ilişkili olarak sivil toplumun görüşlerini dile getirmesini ve karar alma süreçlerine etkin katılımını sağlıyor.

Bu alanda çok ciddi müdahaleler söz konusu son yıllarda.

-Valilikler ve kaymakamlıklar, özellikle 2016 yılından beri giderek artan bir şekilde eylem ve etkinlik yasağı kararları alma, toplanma yerlerini sınırlama uygulamasına başvuruyor.

-Bu yasak ve sınırlama kararlarında geçerli bir gerekçe ortaya konulmuyor; soyut, genel ifadelerle kanun maddesi aynen tekrar ediliyor.

-Kanunda tanınan yetkilerin, kısıtlamak veya tümden yasaklamak yönünde keyfi olarak kullanılmasına ilişkin çokça örnek var. 21 Kasım 2016 tarihinden beri Van’da devam eden eylem ve etkinlik yasağı bu açıdan ilk genel nitelikli yani tüm etkinlik ve eylemlerin yasaklanmasını içerir ve en uzun süreli yasak. Sanırım en yeni yasaklar da dün Eskişehir ve Adana’da ilan edilenler…

-Derlenen veriler, kanuna aykırı olduğu iddiasıyla toplanmaya izin verilmemesinin hak savunucularına yönelik müdahalelerin en kolay gerekçelerinden biri olduğunu gösteriyor.

-Bu anlamda en sorunlu konu toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanımında bildirim yükümlülüğünün fiili olarak bir izin mekanizması şeklinde işletilmesi. 

-Toplanmaların, barışçıl niteliğine bakılmaksızın, kanuna aykırı ilan edilmesi polis ve jandarmanın müdahalesini ve güç kullanımını da mümkün kılıyor.

-Toplanma, kamu yetkililerinin siyasi bakımdan hassas olarak değerlendirdiği konular üzerineyse, bu müdahalenin derecesi de o oranda ağır oluyor. Ama her durumda hak savunucuları en hafifi idari para cezası olmak üzere müdahale ile karşı karşıya kalıyor. Bu yaptırımın boyutunu belirleyecek olan “hassasiyet” değerlendirmesinin de keyfiliği altı çizilmesi gereken bir diğer konu.

-Toplanmanın güç kullanılarak dağıtılmış olmasının yetkililer tarafından hak savunucularını “suçlu” olarak göstermenin bir yolu olarak kullanıldığı durumlara da rastlanıyor.

-Bu noktada hak savunucularına yönelik açılan soruşturma ve kovuşturmaların yaygın olarak takipsizlik veya beraatle sonuçlandığını belirtmek gerekiyor. Ancak bu kararlar ne yazık ki emsal teşkil etmiyor ve benzer durumlarda toplantı ve gösteri hakkının kullanımı üzerinden yeni davaların açılmasını engellemiyor.

 İncelenen örneklerde ayrıca, özellikle faaliyetleri sendikal haklar alanında yoğunlaşan hak savunucularının sıklıkla görev yeri değişikliği, idari soruşturmalar, sicil bozma, maaştan kesme cezası, işten çıkarılma gibi disiplin işlemleri ile karşı karşıya kaldığını görüyoruz.

 2016 yılında ilan edilen OHAL’in temel hak ve özgürlükler alanında yarattığı birçok yıkıcı etkinin en önde gelenlerinden biri olan kamu görevinden ihraç edilme, hak savunucularının karşı karşıya kaldığı bir başka idari yaptırım.

 Çalışma hakkına yönelik bu gibi müdahaleler sıklıkla hak savunucularını cezalandırma yöntemi olarak kullanılıyor.

 MEDYA – HEDEF GÖSTERME

Hak savunucularının faaliyetlerinin kriminalize edilmesi ve işlevsizleştirilmesi her zaman yargısal ve idari süreçlere dayanak teşkil eden yasal çerçeve sayesinde olmuyor.

Raporumuzun son bölümünde bu müdahale yöntemlerinin ortak keseni olarak hedef gösterme ve karalama kampanyaları da ele alınıyor. Bu yöntemler toplumsal anlamda hak savunucularının ve hak savunuculuğunun itibarsızlaştırılması süreçlerinde son derece etkili.

Bu noktada yargı makamlarının harekete geçirilmesi ya da yargı makamları üzerinde baskı kurulması gibi saiklerle kamu görevlilerinin doğrudan hedef gösteren açıklamalarına çok sık rastlıyoruz.

Aynı şekilde medyanın da hak savunucularına karşı kamuoyu oluşturulmasında, damgalama ve marjinalleştirmeye maruz bırakılmasında merkezi bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz.

Hak savunucularının doğrudan hedef gösterilmesi, çalışmalarına ilişkin bilgilerin kasıtlı olarak çarpıtılması şeklinde seyreden bu karalama kampanyalarının, takiben açılan soruşturmalar ya da gündeme getirilen yeni yasal düzenlemeler için delil/dayanak oluşturması da söz konusu.

İncelenen örnekler üzerinden bir dönemselleştirme yapıldığında bu negatif medya kampanyalarının belirli dönemlerde belirli hak alanlarına, belirli grup hak savunucularına ya da hak örgütlerine yöneldiği görülüyor. Bu anlamda iktidar politikalarıyla da zamansal olarak bir paralellik açığa çıkıyor.

Hükümet yanlısı medyanın TTB’ye yönelik yürüttüğü karalama kampanyası, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadın hakları ve LGBTİ+ derneklerini hedefe oturtan nefret söylemi içeren kampanyalar, Tarlabaşı Toplum Merkezi’ni ve Chrest Vakfı’ndan fon alan sivil toplum örgütlerini kriminalize etmeye çalışan kampanyalar bu açıdan sadece 2021 yılında en öne çıkan örnekler.

 Raporda analize teşkil eden farklı örnekler de yakından inceleniyor:

“Sivil toplum faaliyetlerinin bu denli rahat biçimde kriminalize edilmesi, hak savunucularının masumiyet karinesi gözetilmeksizin bu tarz hedef gösterme ve karalama kampanyalarının odağına oturtulması ve bunun her geçen gün doğallaşması sadece bir nefret ve korku iklimi yaratmakla kalmıyor, sevgili Tahir Elçi’nin öldürülmesine giden süreci de hatırlarsak Türkiye’de hak savunucularının yaşam hakkını da tehlikeye atan bir yön barındırıyor.”

HAK SAVUNUCULARI PANELİ

Hafıza Merkezi, Hak Savunucularına Yönelik Yıldırma Politikaları 2015-2021 raporunu açıkladığı basın toplantısı sonrası, Postane İstanbul'da hak savunucularının katılımıyla bir panel düzenledi.

Panelin açılış konuşmasını Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Kampanyalar ve İletişim Direktörü Tarık Beyhan yaptı.

"İnsan Hakları Mücadelesinin Kriminalize Edilmesi" başlıklı panelde, Rosa Kadın Derneği Başkanı Adalet Kaya, İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Eren Keskin, Kaos GL Derneği Hukuk Koordinasyonu adına Kerem Dikmen ve Haydarpaşa Dayanışması adına Tugay Kartal konuşma yaptı.