Statükonun gölgesinde demokrasi arayışı

Abone Ol

Cumhuriyetin 100 yılı geride kalırken, bu ülkenin demokratikleşme serüveni hâlâ çözülememiş temel çelişkilerle, bastırılmış kimliklerle ve inkâr politikalarıyla kuşatılmış durumda. "Eşitlik" adı altında tek tipleşmenin kutsandığı, "birlik" adına farklılıkların bastırıldığı bir sistemin adı hala "Cumhuriyet" olarak yüceltiliyor.

Gerçek eşitlik; farklılıkların tanınması, kimliklerin özgürce yaşamasına olanak sağlanmasıdır. Oysa Türkiye, bütün kimlikleri tek bir kimlik potasında tanımlamaya çalışmış, bu uğurda anayasasını dahi darbelerle mühürlemiş bir ülkedir. 1924’te kurulan ve her kriz anında başvurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, yüz yıl boyunca hem inkârın hem de kaynakların eşitsiz dağılımının en merkezi kurumu olarak varlığını sürdürmüştür. Laiklik adına konuşanların, bu kuruma karşı yüz yıllık sessizliği, çifte standardın en net göstergelerinden biridir.

Aynı şekilde 1980 Darbesi ile askeri vesayet altında kurulan YÖK, yıllarca başörtüsü yasağının tartışıldığı bir alan gibi görünse de, aslında eğitimin kontrol altına alındığı, üniversitelerin özgürlük alanı olmaktan çıkarıldığı bir düzenin mimarıydı. Bugün sahte diplomalar, kadrolaşmalar ve eğitimin içinin boşaltılmasıyla karşımıza çıkan tablo, bu sistemin sürdürülebilir olmadığını göstermektedir. Ama geçmişte bu sistemi sorgulamayanlar, şimdi onun krizleri üzerinden sahte muhalefet geliştiriyor.

Katliamlarla, darbelerle, inkâr politikalarıyla yüzleşmeyen; bu yapıların ürettiği mağduriyetleri tanımayanlar, bugün “tam bağımsız Türkiye” söylemleriyle dış düşmanlar icat ederek meseleyi dışsallaştırıyorlar. Oysa çözüm, içeride: 100 yıllık inkârda, halkların bastırılmasında, emeğin sistematik olarak değersizleştirilmesinde, toplumsal farklılıkların yok sayılmasında gizli.

Bu ülkede, bütün bu baskı aygıtlarına karşı bedel ödeyerek direnen, barıştan, adaletten, demokrasiden yana tutum alan bir kesim var. Ne var ki bu kesimin talepleri, süreci yalnızca AKP-MHP iktidar bloğuna indirgemek isteyenler tarafından yine görmezden geliniyor. Gerçek bir çözüm arayışı yerine, yüzeysel tepkilerle, içi boş sloganlarla, dış mihrak teorileriyle statüko yeniden üretiliyor.

Gelir adaletsizliğini “ekonomik kriz”le açıklamak kolay. Ama sınıfsal ayrışmanın, kimliksizleştirme politikalarıyla nasıl derinleştiğini, Ortadoğu’daki halkların özgürlük mücadeleleriyle nasıl bağlantılı olduğunu görmeden yapılan analizler eksik kalır. Her yere aynı reçeteyi sunan, her meseleyi tek tip ezberle açıklamaya çalışanlar; çözüm değil, sorun üretir.

Bugün yaşadığımız çoklu krizler sürecinin en önemli ve en geniş halk desteğine sahip aktörleri arasında; AKP-MHP bloğu, kendisini “kurucu irade” olarak tanımlayan CHP ve tüm dışlanmışlığına rağmen Kürtlerin ve ötekilerin hakları için mücadele eden HDP ve sol blok yer almaktadır. Tüm farklılıklarına, tüm kayıplara ve geçmişe dair tüm hassasiyetlere rağmen bu aktörler, süreci kendi pozisyonlarından da olsa birlikte taşıyan ve kimi zaman istemeden de olsa birbirini tamamlayan belirleyici özneler haline gelmiştir. Bu süreçte barış, adalet ve demokrasi taleplerini gözeten, toplumsal dönüşümün yükünü sırtlayan kesimlerin emeği kadar, hala otoriter yönelimlerde bulunan iktidar bloğuna yer yer statükoyu koruma refleksleri açığa çıkan CHP bloğunun yaşadıkları sancılara rağmen irade koymasina Kürtlerin ülkenin yüz yıllık olumsuz pratiğine rağmen süreçte irade göstermesine karşın, sürece karşı olduğunu ilan eden ama hiçbir alternatif üretmeyen, sorumluluk almadan eleştiride bulunan, yalnızca eleştirel pozda kalmayı siyaset olarak sunan çevrelerin durumu şu ana kadar durdukları pozisyon ile uyuşmaz bir durumdur. Alternatif üretmeyen hiçbir karşı duruş, eleştiriyi aşamaz; aşamadığı yerde ise değişim için değil, var olanın sürmesi için dolaylı bir rıza üretir.
Elbette sürece kuşkuyla yaklaşmak anlaşılır bir tutumdur. Zira yaklaşık 50 yıldır birbiriyle savaşan tarafların birbirine bütünüyle güven duymasını beklemek, hele ki Ortadoğu gibi savaşların neredeyse hiç eksik olmadığı bir coğrafyada, gerçekçi değildir. Ancak tam da bu nedenle, barışın gündeme gelmesi bile başlı başına anlamlı ve yaşamsaldır. Bu topraklarda on yıllardır süren çatışma döngüsünün sona ermesi, yalnızca tarafların değil, tüm halkların ortak çıkarınadır. Bu nedenle yürütülen sürecin bir siyaset malzemesi olmaktan çıkarılması, samimi bir barış iradesiyle sahiplenilmesi gerekir. Mevcut hükümet döneminde ağır bedeller ödemiş bir tarafın, sürece dahil olması nedeniyle “iktidarın ömrünü uzatmaya dönük bir hamle” ile yaftalanması hem yüzeysel hem de gerçeklikten uzaktır. Barış; bir siyasi iktidarın lehine ya da aleyhine değil, halkların geleceği adına savunulmalıdır.


Artık düşünme zamanı. Olmazların üzerine kurulan, neyin yapılamayacağını anlatan anlayışların değil; neyin yapılabileceğine, nasıl demokratikleşeceğimize odaklanan bir siyasetin zamanı. Bu ülkenin gerçek kurtuluşu; geçmişiyle yüzleşen, farklılıkları tanıyan, halkın iradesine dayalı bir demokrasiden geçiyor. Statükonun gölgesinden çıkmadan demokrasi inşa edilemez.