Devlet kontrolünde cinayet: Faşizm, patriyarka, sermaye gölgesinde emek rejimi

Abone Ol

Türkiye, emeğin ucuz, insanın daha da ucuz olduğu bir ülke. Her dönemde yeni biçimlere bürünse de aynı zihniyetin, aynı sömürü düzeninin sürekliliği var: Sermayenin çıkarı, devletin baskısı, emeğin ve insan onurunun hiçe sayılması.

Bu düzen, kimi zaman bir madenin ağzında, kimi zaman bir yol inşaatında, kimi zaman bir fabrikanın duvarları arasında, kimi zaman da bir göçmen kulübesinde alev alarak kendini gösteriyor.

Bu yazı, birbirinden ayrı gibi görünen ama aynı sistemin farklı yüzlerini yansıtan $6$ trajedinin hikâyesidir.

1. Mehmet Durmuş: KHK, Mevsimlik İşçilik ve Sınıfın Çifte Sürgünü

Suruç Belediyesi'nde çalışırken kayyum tarafından işten atılan Mehmet Durmuş (bu bir özel isim, ancak orijinal metinde zaten doğru yazılmış), bir kamu emekçisiydi. Kayyum politikaları, yalnızca belediyeleri değil, bir halkın iradesini de gasp eden siyasal bir şiddet biçimiydi.

İşini kaybeden Durmuş, ailesiyle birlikte mevsimlik işçiliğe mecbur bırakıldı. Bir zamanlar yerel yönetimde kamu hizmeti üreten bir emekçi, bu kez başka şehirlerin tarlalarında günlük yevmiye için, çocuklarıyla birlikte çalışmak zorundaydı.

Sezon bitiminde ailesiyle eve dönerken Nurdağı’nda bir fırından ekmek alırken yolda bir aracın çarpması sonucu hayatını kaybetti.

Bu bir trafik kazası değil, KHK rejiminin, işsizlik politikalarının ve sınıfsal dışlanmanın ölümle sonuçlanan bir sonucuydu.

Mevsimlik işçilik, Türkiye’nin görünmez proletaryasının hikâyesidir: Kürtlerin, kadınların, çocukların ve yoksulların hikâyesi.

2. Mücahit Karataş: KHK Zulmü ve Geç Gelen Adalet

1990’larda gözaltına alınıp ağır koşullarda 2 yıl tutuklu kalıp, ardından aklanıp devlet memuru yapılan Mücahit Karataş, 15 Temmuz sonrası çıkarılan KHK ile yeniden işten atıldı.

Yıllar önce gördüğü işkencenin bedeli olarak beyninde oluşan tümör tekrar nüksettiğinde, sağlık güvencesi elinden alınmıştı. Ameliyat parası için dostlarının dayanışmasıyla İstanbul’a götürüldü ama ameliyat masasında hayatını kaybetti.

Bu sistem onu önce işkenceyle öldürmeye çalışmış, sonra geçici bir “memuriyetle” yaşatmış, ardından bir KHK ile yeniden ölüme göndermişti.

Bir insanın yaşamı, bir imzanın, bir listenin, bir rejimin gözünde hiçbir anlam taşımıyordu.

Ölümünden birkaç ay sonra işe iade edildi — yani devlet, uğrattığı haksızlıklarla ölen insana ölümünden sonra “adalet” vermişti.

Bu, geç gelen adalet değil, geciktirilmiş bir infazdır.

3. Kulp-Muş Yolu: Geri Bırakılmış Coğrafyanın Bedeli

Kulp-Muş yolunda iskele çökmesi sonucu yaşamını yitiren işçiler, aslında yıllardır süren bir ayrımcılığın kurbanlarıydı.

Bu topraklarda yollar yapılmaz, sonra “hizmet” adıyla büyük bir lütuf gibi gösterilir.

Ama bu yollar, genellikle ölü bedenlerin üzerinden geçerek yapılır.

Kürt illerinde altyapı yatırımlarının gecikmesi, devletin bilinçli bir politikasının ürünüdür.

Bu bölgesel eşitsizlik, yalnız ekonomik değil; sömürgeci bir planın parçasıdır.

Kulp’taki işçiler, hem yoksulluğun hem savaşın hem de “geri bırakılmışlığın” enkazı altında kaldı.

4. Dilovası’nda Yanan Fabrika: Kadın Emeği, Çocuk İşçilik ve Sömürünün Kadınlaşması

8 Mart 1957’de dünya emekçi kadınlar gününün mücadele mirasını taşıyan $120$ kadın işçinin bir tekstil fabrikasında yakılarak öldürülmesi olayından 168 yıl sonra aynı kaderi yaşayan Dilovası'ndaki katliamda bir fabrika yangınında ikisi çocuk beş kadın işçi hayatını kaybetti.

Kadınların ucuz, güvencesiz, kayıt dışı çalıştırıldığı sanayi bölgelerinde bu ölümler istisna değil, sistemin düzenli sonucudur.

Kadın işçiler çoğunlukla taşeron, güvencesiz, denetimsiz koşullarda istihdam edilir.

Kadın emeği, “esnek” çalışma adı altında sömürülür; evde de işte de üretir ama hiçbir yerde tam olarak “var” sayılmaz.

Bu yangında yalnızca beş kadın ölmedi; Türkiye’nin kadın emeğine bakışı da bir kez daha belirgin bir şekilde açığa çıktı.

5. Ege Üniversitesi kampüsünde, bir kargo aracı geri geri gelirken bir sağlık emekçisini ezerek öldürdü.

Ali Can’ımızı bizden alan bu olay “basit bir iş kazası” olarak kayıtlara geçti.

Ama hiçbir ölüm basit değildir.

Kampüsün ortasında, herkesin gözü önünde, bir insanın hayatını kaybetmesi;

“önlenebilir ölümler” karşısındaki kayıtsızlığın, “verimlilik” adına güvenliğin yok sayılmasının sonucudur.

Türkiye’de her gün ortalama en az 5 işçi ölüyor.

Bu, artık kaza değil, planlı bir cinayettir.

6. İzmir Güzelbahçe’de Yakılan Suriyeli İşçiler: Irkçılık, Savaş ve Göçmen Emeği

İzmir Güzelbahçe’de, bir bağ evinde iki Suriyeli işçi yakılarak öldürüldü.

Bu, yalnızca bir nefret suçu değil; sömürü, ırkçılık ve savaşın birleştiği ölümcül üçgenin sonucuydu.

Bu işçiler, savaşın yıkıntılarından kaçıp Türkiye’ye sığınmış, barınacak evleri olmadığı için patronlarının kulübesinde kalan insanlardı.

Birileri tarafından “istenmeyen yabancılar” ilan edilip diri diri yakıldılar.

Bu, Türkiye’nin Suriyeli emeğine ve mültecilere bakışının özetidir:

Ucuz iş gücü olarak kullan, iş kazasında ölürse “kaçak işçi” de,

yaşarsa “nüfus tehdidi” diye hedef göster.

Yakılarak öldürülmeleri, yalnızca bireysel bir nefretin değil, devletin ve toplumun ırkçılıkla beslenen emek rejiminin sonucudur.

Bir Bütün Olarak Türkiye Gerçeği: Sömürgeci Kapitalizmin ve Otoriter Emeğin Anatomisi

Türkiye’de yaşanan her iş cinayeti, yalnızca bir ihmalkârlığın değil; bütün bir tarihsel, siyasal ve ekonomik sistemin sonucudur.

Bu ölümler, görünüşte birbirinden farklı olsa da, hepsi aynı yapısal kökten beslenir: Kapitalist birikim modeliyle iç içe geçmiş otoriter devlet geleneği, sömürgeci zihniyetin sürekliliği, ve patriyarkal, tekçi toplumsal örgütlenme biçimi ile kendini devam ettiriyor. Bu durumu farklı yönleri ile ele alırsak:

1. Kapitalist Birikim ve Ucuz Emek Rejimi

Türkiye’nin kalkınma modeli, en başından beri ucuz, güvencesiz ve esnek emeğe dayanır.

Sermaye birikimi, üretimden çok sömürüyle büyür; insan emeği, maliyet kalemi olarak görülür.

Taşeronluk sistemi, KHK’lerle kamuda tasfiye edilen işçiler, mevsimlik emekçiler, göçmen işçiler; hepsi bu “ucuz emek ordusunun” farklı yüzleridir.

Kapitalist devlet, bir yandan üretim araçlarını sermayeye teslim ederken, diğer yandan işçinin yaşamını yeniden üretmesini sağlayacak kamusal hizmetleri (sağlık, eğitim, sosyal güvence) sistematik biçimde tasfiye eder.

Böylece emeğin değeri düşer, işçinin yaşamı, tıpkı Mehmet Durmuş’unki gibi; bir yolda, bir kazada, bir sezon sonunda sessizce tükenir.

Bu nedenle Türkiye’de iş cinayetleri “kaza” değil, sömürü politikasının doğal sonucudur.

2. Sömürgecilik ve Geri Bırakılmış Coğrafyalar

Kürt coğrafyasında yaşanan her iş kazası, sadece denetimsizliğin değil, tarihsel bir sömürgeci planın ürünüdür.

Yıllardır altyapıdan, yatırımdan, refahtan yoksun bırakılan bu bölgeler, devletin “güvenlikçi kalkınma” anlayışıyla yönetilir.

Yani önce bastırılır, sonra “hizmet” adı altında kırıntılarla donatılır.

Kulp-Muş yolundaki ölümler, bu yapısal geri bırakılmışlığın çökmesidir.

Kürt halkı, hem emeğiyle hem kimliğiyle cezalandırılır:

Emek sömürüsü ile kültürel inkâr, aynı siyasal stratejinin iki yönüdür.

Bu sömürgeci yapı, yalnız Kürtlere değil, tüm yoksullara bir mesaj verir: “Sana verilen hayat, ancak itaat ettiğin sürece değerlidir.”

3. Patriyarka ve Kadın Emeğinin Görünmezliği

Dilovası’nda yanarak ölen kadın işçiler, patriyarkanın kapitalizmle kurduğu ortaklığın en somut örneğidir.

Kadın emeği, evde “doğal”, işte “ikincil” görülür; bu yüzden daha az ücret alır, daha çok sömürülür, daha az korunur.

Kadınların üretim sürecindeki varlığı, patriyarkal kapitalizmin “yedek iş gücü” mantığıyla belirlenir:

Krizde ilk işten çıkarılan, refah döneminde son işe alınan yine kadınlardır.

Üstelik kadınlar yalnız iş yerinde değil, toplumsal düzeyde de yok sayılır:

İş cinayetlerinde “kadın işçi” diye özel bir tanımlama yapılmaz çünkü en çok ölümde eşitlenir kadınlar. Bunun dışında çoğunlukla ikincil plandadır; çalışma hayatında çoğunlukla özne olarak görülmezler, sanki kadınlar üretime değil, “yardıma” gelmiştir.

Bu sistemde kadın cinayeti, “erkek egemenliğinin ekonomik uzantısıdır.”

Her fabrika yangını, her ev içi ölüm, her “kadın cinayeti” bu düzenin patriyarkal karakterini ifşa eder.

4. Irkçılık, Göçmen Emeği ve Savaşın Sivil Yüzü

İzmir Güzelbahçe’de yakılarak öldürülen Suriyeli işçiler, savaşın yalnız Suriye’de değil, Türkiye’nin emek rejiminde de sürdüğünü gösteriyor.

Göçmen emeği, Türkiye kapitalizminin yeni “yedek iş gücü deposu”dur:

güvencesiz, sendikasız, yasal korumadan yoksun.

Sermaye için bulunmaz fırsat; toplumun ırkçılıkla zehirlenmiş kesimleri için ise kolay bir nefret hedefi.

Savaş, göçmenlerin bedeninde yeniden üretilir:

Bir yanda sömürü, diğer yanda linç.

Bu, hem savaşın içselleştirilmiş hâlidir hem de Türkiye’nin sömürgeci zihniyetinin içe dönük ırkçılığıdır.

Suriyelilerin diri diri yakılması, tekil bir nefret değil, bir emek politikasıdır:

İnsanı değersizleştiren, ölümü sıradanlaştıran sistemin geldiği en son noktadır.

5. Otoriterlik, KHK Rejimi ve Devletin Biyopolitik Şiddeti

KHK ile işten atılan, hakları ellerinden alınan kamu emekçileri — Mücahit Karataş örneğinde olduğu gibi — yalnızca mesleklerinden değil, yaşam haklarından da mahrum bırakıldı.

Bu, klasik bir disiplin mekanizması değil, biyopolitik bir tasfiye biçimidir:

Devlet, kimi yaşatacağını, kimi ölüme terk edeceğini belirler.

KHK rejimi, emeğin siyasal denetiminin en çıplak hâlidir.

Kayyum politikaları, grev yasakları, sendikal baskılar, hepsi aynı amaca hizmet eder:

Emekçinin kolektif iradesini kırmak.

Böylece otoriterleşme yalnız siyasal alanda değil, iş yerinde, hastanede, tarlada da hüküm sürer.

6. Doğa, Emek ve Sermaye: Yaşamın Bütünlüklü Tahribi

Türkiye’nin “kalkınma” adıyla meşrulaştırdığı projeler, yalnız emeği değil, doğayı da öldürür.

Madenler, HES’ler, otoyollar, sanayi bölgeleri; her biri aynı mantığın uzantısıdır:

Doğa da, insan da rant uğruna feda edilebilir.

Bu yüzden iş cinayetleriyle ekokırımlar birbirine bağlıdır:

Kulp’ta çöken iskeleyle, Munzur’da kuruyan dere, Akbelen'de yok edilen orman aynı sistemin eseridir.

Kapitalist birikim, doğayı yağmalayarak, emeği tüketerek ve toplumu dikey bir ayrışmaya tabi tutarak

İnsanın doğadan, emeğin yaşamdan koparılması, sadece bir uygarlık krizi değil, bilinçli bir siyasal tercihtir.

Sonuç: Bu sistemde hiçbir ölüm tesadüf değil

Bu topraklarda insanlar, kadın oldukları için, Kürt oldukları için, yoksul oldukları için, göçmen oldukları için, emekçi oldukları için ölüyorlar.

Ama bu ölümler “doğal” değil; hepsi siyasal bir planın, ekonomik bir tercihin, ideolojik bir dizaynın sonucudur.

Bu yüzden bu ölümleri “kaza” diye adlandırmak, katili gizlemek demektir.

İş cinayetleri, Türkiye’nin rejim biçiminin aynasıdır:

Otoriter kapitalizmin, sömürgeci zihniyetin ve patriyarkanın iç içe geçmiş hâlidir.

Bu sistem, emeği ve doğayı aynı anda sömürerek kendi varlığını üretir.

Yaşamı savunmak, bu düzeni sorgulamakla;

emek mücadelesi, aynı zamanda barış, ekoloji ve özgürlük mücadelesiyle birleşmekle mümkündür.

Çünkü bu ülkede artık en yakıcı gerçek şudur:

İş cinayetleri değil, sistem cinayetleri yaşanıyor.