Bıçak sırtında barış: Politik hesaplar ve Ortadoğu realitesi

Abone Ol

Türkiye’de barış süreci için büyük bir toplumsal ve siyasal destek varken, süreç çok açık bir biçimde çelişkili ilerliyor. Bir yandan Rojava’da Kürtlerin kazandığı mevzilerin önünü kesme çabası, öte yandan hasta tutsakların ve 30 yılı doldurmuş siyasi mahpusların hâlâ serbest bırakılmaması, Kürtçe’nin barış komisyonu dahil kamusal alanda engellenmesi, AİHM kararına rağmen Selahattin Demirtaş’ın tahliyesine son gün itiraz edilip Strazburg'a konuya ilişkin heyet gönderilmesi gibi örnekler, devletin bu sürece samimi yaklaşmadığı yönündeki şüpheleri derinleştiriyor. Cumhurbaşkanının süreçle ilgili yorum yapmaktan kaçınması, katkı sunmada yavaş ve isteksiz davranması da bu tabloyu tamamlıyor.

Bir taraftan da “barış ama...” diyerek başlayan, meseleyi sürekli erteleyen sol çevrelerin tutumu dikkat çekiyor. Bazı solcular ve bazı Kürtler Kürtlerin; bazı sağcılar ise devletin “kandırıldığını” öne sürerek sürece apolitik ve yüzeysel bir biçimde yaklaşıyor. Bu tutum, Kürt sağcıları, kimi Türkiye solundan siyasal parti ve anlayışları, hatta milliyetçi grupları aynı çizgide buluşturacak kadar tehlikeli bir noktada. Oysa barış, taraflardan birinin değil, bütün toplumun geleceğini belirleyecek ortak bir ihtiyaçtır.

Hükümetin elinde bu kadar güçlü bir toplumsal destek varken süreci tıkayan politik hesaplar yapması ve hem içeride hem dışarıda demokratik kazanımları engellemeye dönük adımlar atması büyük bir risk barındırıyor. Aksi halde Türkiye’de kutuplaşma siyaseti derinleşecek ve ülke, Ortadoğu’da savaşın ve krizlerin eşiğinde duran diğer devletlerden farklı bir tabloya sahip olmayacaktır.

Çok güçlü küresel odakların on beş yıldır terk etmediği bir zeminde, neredeyse bütün Ortadoğu devletlerinin doğrudan ilişkilendiği bu değişik yoğunluktaki savaş; istikrarsızlaştırılmış, sömürgeci ve yayılmacı politikaların gölgesinde bir gerilim hattına dönüşmüş durumda. Bu hat üzerinde yürümek, ayakları yere basmayan bir siyasetin tezahürüdür. İran’ın Rusya’nın çekildiği Suriye sahasına ısrarla dâhil olma çabası, İsrail’in saldırgan politikalarıyla birleştiğinde bölgedeki dengeleri daha da kırılganlaştırıyor. Hükümet ise bu karmaşık zemini kendi iç iktidar hesapları için kullanmakta ısrar ediyor. Oysa bu tablo, bölge halklarının kazançlı çıkacağı bir tablo değildir; yalnızca kaybedenleri olan, halkların umudunu ve güvenini sarsan bir istikrarsızlık sarmalıdır.

Barış sürecinde içeriden politik pragmatik hesaplar yapan kesimlerin, toplumla ve Ortadoğu’da süregiden savaş ve yıkım gerçekliğiyle olan kopukluğu; bıçak sırtında yürüyen süreci içeriden ve dışarıdan tehlikeye düşüren en belirgin unsurlardır. Nitekim bahsini ettiğim unsurlar, denkleme süreci bozmak iştahıyla girmek istemekte ve gerilimi derinleştirmektedir. Devlet içinde sürece farklı yaklaşan grupların varlığı ve bu gerilimin Suriye sahasında stratejik pozisyon alma çabalarına yansıması, barış meselesinin yalnızca iç dinamiklerle değil, dış etkenlerle de şekillendiğini gösteriyor.

İsrail’in saldırgan politikaları, Amerika ve Çin’in Basra Körfezi ile Doğu Akdeniz üzerindeki egemenlik çabaları, IŞİD ve benzeri radikal örgütlerle kurulan mafyatik ilişkiler, bin yıllık mezhep ve din çatışmaları, “vaadedilmiş kutsal topraklar” söylemiyle beslenen yayılmacı siyasetler; Ortadoğu’nun her seferinde kan, göç ve sefaletle sonuçlanan bir döngüye mahkûm edildiğini gösteriyor. İşte böylesine kırılgan bir coğrafyada, içeride yürütülen barış sürecinin politik hesaplara kurban edilmesi yalnızca Türkiye’yi değil, tüm bölgeyi yeni bir yıkımın eşiğine taşır.

Bugün Türkiye ve Ortadoğu siyasetinde görülen bu politik hesaplar, barış sürecinin gerçek öznesi olan halkın iradesini zayıflatıyor. Oysa atılacak her samimi adım, yalnızca gerilimi değil, nefessiz kalan toplumun yükünü de hafifletecektir. Bu nedenle barışı siyasal bir malzeme olmaktan çıkarıp halkın ortak çıkarı için kalıcı bir şekilde inşa etmek gerekir.