30 Ağustos'tan 1 Eylül’e savaş ve barış

Abone Ol

“Gecenin birinde ünlü Babil kralı ll. Nebukadnezar bir rüya gördü ve etkisinden bir türlü kurtulamadı. Rüyada gördüğü şey kentin ortasında yükselen altın, gümüş, bakır ve demirden yapılmış görkemli bir heykeldi. Bu görkemli heykelin kaidesi demir ve kil karışımından yapılmıştı. Nebukadnezar gördüğü bu rüyanın ne anlama geldiğini öğrenmek için kâhinlere danıştı ama hiçbirinden doğru bir yanıt alamadı. Sonunda kâhin Daniel (Danyal peygamber) krala rüyasının anlamını yorumladı: Nebukadnezar Babil’i çok güçlü kılacak ama ondan sonra Babil yakılıp yıkılacaktı. Nebukadnezar’ın ölümünden bir süre sonra Persler Babil’e girdiler, başkent Ninova ve Babil’in asma bahçeleri dahil olmak üzere ülkeyi yakıp yıktılar. Kâhin Daniel’in yorumu doğru çıkmıştı.”

_

Tarihin bu kadim sahnesinde Nebukadnezar’ın Ortadoğu’da kurmak istediği tek devlet hayali, aslında bin yıllardır aynı coğrafyada tekrar tekrar sahnelenen bir hayalin prototipiydi. Bu hayali ondan sonra vaadedilmiş topraklar inancı ile Yahudiler taşıdı, ardından Hristiyanlık kendi inanç kodlarıyla bu toprağın Yahudiler hakimiyetinden sonra hristiyanların eline geçeceği inancına sahipti. Daha sonra farklı dönemlerde farklı iktidarlar, aynı rüyayı başka kılıklara büründürerek sürdürdüler. Ama rüyaların akıbeti değişmedi: yakından tanıdığımız tek devlet, tek iktidar, tek hâkimiyet hayali her seferinde yıkım, kan, Sefalet ve göç hikayelerini tekrar takrar yaşattı.

Modern tarihe gelindiğinde bile bu tekrarın izlerini görmek mümkündür. Irak ordusuna “Nebukadnezar” adını veren Saddam Hüseyin, geçmişin hayalini yeniden canlandırmak istedi. Ancak onun iktidarı da Nebukadnezar’ın rüyasıyla aynı sonu yaşadı: yıkım ve çöküş. Tarih, gücün, iktidarın ve zorbalığın tekrarlanan heykelini her defasında yerle bir etti.

Bugün Türkiye’de 30 Ağustos’tan 1 Eylül’e geçerken bir yandan 100 yıllık Cumhuriyet’in pratiklerini kutluyoruz, diğer yandan bin yıllardır Ortadoğu’da süren savaşların barışla değil zaferlerle anıldığına tanıklık ediyoruz. Bu topraklarda erkeklik, din, mezhep ve devletli uygarlığın güç tutkusu halkları birbirine kırdırdı. Oysa Türk, Kürt, Yunan, Arap, Fars ve nice halklar, dünya tarihinin en belirleyici mirasına sahip bir coğrafyada yan yana yaşadı, ekmeğini paylaştı, suyu birlikte içti. Fakat aynı halklar, defalarca birbirlerini öldürerek kazanılan “zaferlerle” övünmeye devam ettiler.

İşte bu noktada kutlamaların kendisi bile savaşın tekrarına dönüşüyor. Yunanistan 3 Şubat 1832’den beri Osmanlı’dan kurtuluşunu kutluyor, Türkiye son yüzyıldır Yunanistan’dan kurtuluşunu kutluyor. Oysa bu halklar birbirine düşman değil; sorun, devletlerin iktidar ve çıkar kavgalarıdır. Aslında her iki tarafta da kutlanan şey, emperyalizmin savaşlarına yoksul halkların kanıyla yazılmış sonuçlardır.

Ortadoğu coğrafyası Sümer, Asur, Babil, Mısır ve Roma gibi büyük uygarlıkların mirasını taşır. Bu coğrafyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey yeni bir hegemonya değil, barıştır. Çünkü bu topraklar, tarihin en büyük katliamlarını gördü; aynı zamanda tarihin en derin medeniyetlerini yarattı. 1 Eylül Dünya Barış Günü, 2. Dünya Savaşı’nın başladığı tarihtir. Yani insanlığın en büyük yıkımından geriye kalan dersin anıtıdır.

Bugün, savaş ve barış arasındaki farkı en net anlayabilecek coğrafyada yaşıyoruz. Bu nedenle en çok bizim ihtiyacımız var barışı inşa etmeye, toplumsallaştırmaya. Çünkü iktidar, din, devlet ve güç tutkusu kendini tekrar ettikçe bir yere varamıyor. Kalıcı olan şey, doğayı, insanı ve tüm canlıları yaşatacak olan barıştır.

Ve tam da bu yüzden: Ortadoğu’ya, insanlığa, uygarlık tarihine en çok barış yakışır.