10 Ekim karanlığı, tarih, cografya ve barış

“Son yıllarda turistik bir faaliyete dönüşen Doğu Ekspresi’nin geçtiği, Erzincan ile Sivas arasında, hiçbir yerleşim yerine yakın olmayan Eriç istasyonunda çalışmaya başlayana kadar ‘artık uzak diye bir yer yok, insanlar uzayda geziyor’ fikrini savunuyordum. Zamanla anladım ki, uzaklık sadece yollarla ilgili bir mesele değildir."

Abone Ol

Antik Roma yollarının haritasına bakıldığında, Anadolu’da binlerce yıldır insanın doğayla, toplumların da birbirleriyle kurduğu ilişkinin somut bir belleği görülür. Doğu ile Batı medeniyetlerinin kesiştiği bu topraklar, açık bir kültürleşme laboratuvarı gibidir. Roma mühendisleri toprağa hükmetmeye değil, onun dilini anlamaya çalışmışlardı. Gediz, Büyük Menderes, Sakarya ve Kızılırmak vadilerinden geçen taş yollar, doğanın sunduğu geçitleri takip ederdi. Bu yollar, yalnızca askerî veya ticari hatlar değil; insanla coğrafya arasında kurulmuş bir uyumun eseriydi. Anadolu, bu nedenle sadece bir kıta köprüsü değil; uygarlıkların birbirine ses verdiği bir ortak dildi.

Bugün Türkiye’nin demiryolu haritasına bakıldığında Roma’nın izlerinin hâlâ canlı olduğu görülür. İzmir’den Ankara’ya, Adana’dan Diyarbakır’a uzanan hatlar, binlerce yıl öncesinin aynı vadilerinden, aynı dağ geçitlerinden geçer. Doğayla kavga etmeyen, onun sunduğu güzergâhları izleyen bu hatlar, coğrafyanın diliyle konuşan bir insanlık mirasının devamıdır. Fakat yollar yalnızca yerleri değil, insanları da birbirine bağlar. Anadolu’yu Mezopotamya’ya, kıyıları iç bölgelere bağlayan şeyin yollar olması kadar, toplumları birbirine bağlayan en açık ve bariz yol da barıştır. Nasıl ki doğayı anlamadan onunla yaşamak mümkün değilse, toplumlar da birbirlerinin dilini anlamadan yan yana var olamazlar.

Yaşar Kemal’in “Dağlar, taşlar, hatta ölüm bile yorulduysa; en güzel şiir barıştır şimdi” sözleri bu hakikatin en yalın ifadesidir. Barış, toplumların birbirine açılan yoludur. 10 Ekim, bu topraklarda halkların barış iradesinin en güçlü biçimde görünür olduğu günlerden biriydi. O gün, herkesin “insan” denilen yanıyla Ankara sokaklarına aktığı; Diyarbakır’dan, Artvin’den, Van’dan, İzmir’den yalnızca fiziki yollarla değil, ortak bir inançla gelenlerin günüydü. O inanç, aynı coğrafyanın dilini konuşmanın, aynı acıyı, aynı umudu paylaşmanın iradesiydi.

Büyük İskender’in Zagros Dağları’nı aşamaması, bu gerçeğin tarihsel bir simgesidir. Bir coğrafyaya en hâkim olan, onunla savaşan değil; orada yaşayan, rüzgârını, taşını, suskunluğunu, dilini anlayandır. Aynı şey toplumlar için de geçerlidir: bir arada yaşamanın yolu, birbirinin dilini anlamaktan ve barış içinde bir yaşam kurma iradesinden geçer. Bu iradeyi yok etmeye çalışanların reçetesinde asla toplumsallığa bir fayda yoktur; onların kurduğu düzen, ne tarihsel ne insani hiçbir masumiyet taşımaz. Zagros Dağları, doğanın sınavıdır; barışın önüne kurulan duvarlar ise insanın kendi karanlığıdır.

Özellikle son 10 yılda içinde bulunduğumuz “barışsızlık ortamı” yalnızca siyasal bir kriz değildir. Toplumsal, ekolojik, ekonomik ve cinsiyet temelli eşitsizliklerin derinleştiği; pandemi döneminde fırsata çevrilen otoriterleşmenin kalıcı bir yönetim biçimine dönüştüğü; çoklu krizlerin iç içe geçtiği bir dönemdir bu. Faşizm, kapatma politikaları ve yoksullaşma sarmalı, toplumsallığı örseliyor; doğanın, emeğin ve insanın belleğini aşındırıyor. Binlerce yıldır doğa, tarih ve kültür etkenleriyle örülen toplumsallık, tıpkı 10 Ekim’de patlayan bombaların ardından olduğu gibi, bir anda dağılabilir ve çok muhtemeldir ki ortadoğu gerçekliğinde bu bu durum hızla enfekte olabilir.

O yüzden bugün, yollarımızı yeniden barışa, ortak yaşama açmamız gerekiyor. Çünkü ücretli çalışanların oranının %80’i aştığı bir ülkede, barış dışında kalan bütün seçenekler yıkım, sefalet ve göç dışında hiçbir şey getirmeyecektir. Toplumları birbirine bağlayan en kadim yol barıştır. Bazı uzun yollar barışla kısalır ve her çağda, en güzel şiir hâlâ barıştır.