Serdar M. Değirmencioğlu'nun Evrensel'de yayımlanan yazısı şöyle:

Geçtiğimiz aylarda yayımlanan bir Birleşmiş Milletler çalışma raporunda 11 yaşındaki bir çocuğun söylediklerini okudum. Brezilyalı çocuk şöyle diyordu: “Biz her şeyden önce duyulmak istiyoruz. Çünkü insanlar bizim söylediklerimizin değersiz olduğunu düşünüyorlar, bizim hiçbir şeyden anlamadığımızı sanıyorlar. Ama biz, o küstahlık taslayan ve geleceği hiç umursamayan yetişkinlerin çoğundan daha fazlasını biliyoruz.

Bu sözler beni hem çok duygulandırdı hem de hızla yıllar öncesine, Ankara Altındağ’daki okuluma götürdü. Siyah önlüklü çocuklarla tıka basa dolu bu okulda çocuklara değersiz oldukları her gün, evet her gün hissettirilir, yaşatılırdı. Çocukların değersiz olması için o kadar çok neden vardı ki!

Benim sınıfım değersiz çocuklarla doluydu. Hemen hepsi yoksulluk içine doğmuş, yoksullukla büyümüş çocuklardı. Ana babaları önemli insanlar değildi. Çocuklarına değer verseler, onlara güzel giysiler giydirirler, onları okula süslü püslü gönderirlerdi. Değil mi?

Değersizlik derslerde anlatılmazdı. Değersizlik nedir, nasıl işler, yaşayarak öğrenmek gerekiyordu. Örneğin, arkadaki yaramaz oğlanlar Çinçin bebeleriydi, yani Çinçin’de oturuyorlardı. Ya, hemen önümde oturan Suna. O da sidikliydi. Hep altına yapıyordu. Ya, onun yanındaki? O da hep tırnaklarını yiyordu. Ya köşedeki oğlan? O şaşının tekiydi. O tarafta, arkada oturanlar? Onlar hep geriden gelen çocuklardı. Her şeyi yavaş öğreniyorlardı. Ya Dursun? O kapıcı çocuğuydu. Çoğu zaman kıçında donu bile olmazdı. Dursun benim arkadaşımdı. Şaşı olan da. Suna altını ıslattığında ben utanır ama bir şey yapamadığım için çok üzülürdüm. Bu çocuklar benim için değerliydi.

Daha sonra öğrendim ki, diğer sınıflar da değersiz çocuklarla dolu. Değersiz oldukları için iyi şeyleri hak etmeyen çocukların arasındaydım. Bu çocukların dayak yemesi doğaldı. Elleri sopalı öğretmenler tarafından sürü muamelesi görmeleri olağandı. Okula aç gelmeleri, üşümeleri, ağlamaları, derste geri kalmaları da olağandı. Çocukların çoğunlukta olduğu bir ortamda, çocukların sözü geçmezdi. Çocuklar değersiz, çocuklar yetersiz, çocuklar yaramaz, çocuklar fazlalıktı.

Sonradan, çok sonradan öğrendim ki, sınıflı toplum böyle bir şey demek. Sürekli ayrıştırma, sürekli katmanlara bölme, sürekli ayrıcalıklı kesimler üretme ve onları ne pahasına olursa olsun koruma Türkiye’nin olağan düzeniydi.

Öğrendim ki, Türkiye’de “demokrasi” böyle işliyor. Çoğunlukta olanlar değersiz, yetersiz, fazlalık. Çoğunlukta olanları veya herhangi bir nedenle değersiz olanları şiddetle, açlıkla, kötü muameleyle; yetmezse darbeler, sıkıyönetim, OHAL, işkence, katliamla terbiye etmek azınlıkta olan, o değerli insanların göreviydi.

Sonunda öğrendim ki, benim yerim değersizlerin arasında. Sonunda anladım ki, yaptığım çalışmaların değersiz bilinmesi de bundan. Doğuştan değerli insanların gözünde değersizlere, örneğin emekçilerin, örneğin çocukların yararına yapılan çalışmaların ne önemi olabilir ki?

Sözlerinin değersiz görülmesini kabul edemeyen Brezilyalı çocuklar ile sözleri önemsenmeyen Altındağ’daki çocuklar hiç, bir araya gelmediler. Eritreli çocuklar ile Edirneli çocuklar hiç tanışmadılar. Çinli çocuklar ile Çinçin’deki çocuklar bir kerecik olsun yan yana gelemediler. Evet, gelemediler, tanışamadılar ama dertleri, yani hafife alınmak, ciddiye alınmamak, değersiz görülmek aynı.

Dünyanın çocukları bir birleşse, dünya çok daha yaşanır, çok daha insancıl bir dünya olmaz mıydı?