Öncelikle Seda Ünsar’ı tanıyabilir miyiz?

Koç Üniversitesi Burslu Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunuyum. Mezuniyetimden sonra Los Angeles’ta University of Southern California’da burslu Siyaset Bilimi doktorası yaptım ve London School of Economics’te bir dönem ziyaretçi akademisyen olarak bulundum. Daha sonra Floransa’da bulunan European University Institute’ta Max Weber Programı’nda postdoktora yaptım. Los Angeles’a döndüm; bir süre orada çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüş yaptım.

Uzun yıllar yurtdışında yaşamayı seçmenizin sebebi neydi?

Bunun çok özel bir sebebi var aslında. Çocukluğumdan beri içimde hep yabancı ülkelere karşı bir merak vardı ve yurtdışında yaşamak isterdim. Hatta yazdığım hikayelerin karakterleri hep yabancı olurdu. Yurtdışında yaşama isteğimin bir nedeni de, yine çocukluğumdan beri İngilizce’ye olan düşkünlüğümdü ve bir de, kendimi zihniyet olarak Batı toplumlarına çok yakın hissediyor oluşum. Bu yüzden, üniversiteyi bitirdiğimde, “son noktaya kadar okuma” arzusuyla, pek de düşünmeden, doğal bir eylem olarak Amerika’da doktora programlarına başvurdum ve kabul aldığım yerler içinde Los Angeles’ı tercih ettim. Aslında ÖYS’de ilk Türkiye 50’sine giren öğrencilere Amerika’nın Ivy League üniversitelerinde lisans eğitimi hakkı veriliyormuş. Ben bunu bilmiyordum; bilseydim, lisans için de kesinlikle bir an bile düşünmeden gitmiş olurdum.

dususRoman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında bu ani bir karar değil; çocukluğumdan beri kendi kendime sürekli okur ve yazardım. Hep yanımda taşıdığım çizgili bir defterim ve aynı anda okuduğum iki, üç roman olurdu. Karakterleri yabancı olan bir cinayet romanı (O ara herhalde bol bol Agatha Christie okuyordum) yazdığımı hatırlıyorum. Ayrıca Türkçe ve İngilizce piyesler, film analizleri yazardım. Kolejde hazırlık sınıfı bittiğinde yazdığım İngilizce piyeslerle bir tiyatro gösterisi yapmıştık; yurtdışında değerlendirilen bir kompozisyon yarışmasında birinci olmuştum. Lise zamanında İngilizce öğretmenimizin verdiği James Joyce’un bir hikayesinin sonunu değiştirerek yeniden yazma ödevinde öğretmenim yazdığım sonu çok beğenerek edebiyata yönelmek isteyip istemediğimi sormuştu. Lisede AFS ile Tayland’da bir yıl geçirdiğimde denemeler ya da hatıralar diye düşünülebilecek bir bin sayfa (veya daha fazla) yazmıştım.

Amerika’da doktora danışmanım, Prof. Dr. Eliz Sanasarian, uslubumu akademikten ziyade edebi bulurdu ve romanımı yazma konusunda beni desteklerdi. Fakat tüm bunlara rağmen, “sonuna kadar okuyan” bir insan olarak ve yurtdışında akademik kariyer, çalışma temposundan dolayı ve benim gibi mükemmeliyetçi bir insan için edebiyat kariyeriyle veya herhangi başka bir çalışma hayatıyla beraber yürütülebilecek bir şey olmadığından, o anda bir seçim yapmam gerekiyordu ve başladığım şeyi tamamlamayı seçtim. Bu yüzden de, ancak profesörlükten sonra yayın yapmış oldum.

Düşüş: Siyaset ve Felsefe Odasında Aşk Hikayeleri’nin ana teması ve kurgusuyla ilgili ne söyleyebiliriz?

Düşüş iki ana karakterin (S ve Ali) İstanbul’dan Los Angeles ve San Fransisko’ya uzanan yaşamları üzerinden hayatın anlamını ya da anlamsızlığını sorguluyor. Bu varoluşçu bir sorgulama ve birbiriyle ontolojik bir bağı olan özgürlük, erdem ve bilgi temalarıyla ve ölümsüzlük, onurlu bir yaşam için ödenecek bedel, sıradanlık, aşk, hayal ve gerçek, mutlu olma baskısı, yalnızlık, hayalkırıklığı, gerçeğin peşinden gitme gibi metaforlarla örülmüş ve kayıp zamana işaret eden bir anlatı. Bu anlatıya filmler, karakterler arası politik, felsefi diyaloglar ve rüyalar eşlik ediyor.

Beş bölümden oluşan ilk kısım S’nin Los Angeles’taki hayatıyla açılırken, aslında kitabın ana ekseni olan ve on beş bölümden oluşan ikinci kısım Ali ve San Fransisco ile açılıyor. Bölümün girişinde Blaise Pascal gibi bir matematikçi, yani akılcıdan duyduğumuz “Kalbin kendine has nedenleri vardır; akıl bunları hiçbir zaman anlayamaz” sözünün ve Pablo Neruda’nın “Eğer bizi ölümden hiçbir şey kurtarmıyorsa, en azından aşk hayattan kurtarmalı satırlarının ima ettiği gibi, S karakteri için hayatın anlamı, bir sıradanlık dışına çıkma çabası ve hayattaki tek hakikat Platonik bir İdea olarak algıladığı, toplumun “mutlu olma baskısı” dışında, sosyal konstrüksiyon olmayan, doğal, kendiliğinden ve sadece kendisi için olan Aşk. Bence birinci kısmın en dikkat çekici detayları, S’nin bir emperyalizm ve kapitalizm kritiği olarak yarı-sürreal, yarı-fantastik bir dille yazdığı metaforlarla örülü yazı ile tutkulu ve derin bir aşkın karakterleri Stefano ve S üzerinden yansıtılan ve romanın tamamına yayılan Batı-Doğu karşılaşması. Pascal referansıyla Stefano karakterine işaret edilirken, S karakteri Neruda’yı temsil ediyor.

İkinci kısım, Hölderlin’in “Bizler hiçbir şeyiz; aradığımız ise her şey” uyarısına karşılık Puşkin’in verdiği “Zamanın her şeyi halledeceği aşikardır” yanıtıyla, başka bir ipucuyla başka bir hikayeye açılıyor. Bu hikaye, ruhu yaratma arzusuyla dolu olan ve bunu bir türlü dışa vuramayışının gerilimiyle sarsılan Ali karakterinin San Fransisko’daki hayatına girişimizle başlıyor.

Çocukluğunun beraber geçtiği teyzesinin üvey kızı Afife tarafından terk edildiğinde, “...Ali, bir fırtınanın ortasında zorla açılan bir kapıdan geçerek, taştan ve sakin bir eve girer gibi, yazmanın dingin ama tekinsiz dünyasına sığınmıştı” (s. 395). Arka kapak yazısında sözü edilen “roman içinde roman”, Ali’nin böylece yazmaya başlayabildiği bir 19. yüzyıl Rus hikayesi. Hikaye, yine romanın geneline yayılmış bulunan politik ve makro-teorik birçok düşünceyi içermeye devam ettiği gibi, uzun doğa tasvirleri, bu tasvirlerle karakterlerin psikolojik çözümlemelerinin bağlantısı, karakterlerin geçirdiği psikolojik değişimlerin yaşantılarına yansıması gibi hususları barındırıyor. Benim için ikinci kısmın en önemli ayrıntısı bu öykü.

Ali “Haliç’ten Eminönü’ne, Cihangir’den Tarlabaşı’na, insanların yüzlerinde öfke, yılgınlık, mutsuzluk, delilik gibi işaretleri izleyerek, bir kentin, bir devletin, bir ulusun, bir uygarlığın çöküşünün haritasını çıkaran” (s. 179), romanın açılışında T. S. Eliot’a referans verilen o gölgede (“Düşünceyle gerçek arasına, devinimle eylem arasına düşer gölge”), çocukluğu ansiklopediler ve filmler arasında geçmiş, düş ile gerçek arasında bir gölge karakter. Küçük Japon balığım dediği Ai karakterine “İstanbul’da yürüyecek sokak, görecek yüz kalmamıştı. İnsanın ruhu uzak diyarlardaki sokaklara ve yüzlere aittir” (s. 348) deyişinde gizli olduğu gibi, Ali çok da farkında olmasa da ruhunun ait olduğu mekan veya zamanı arayan bir karakter. Aslında, bu arayış, sadece, ruhen yalnız bir entellektüelin bulunduğu toplum ve o toplumun sanrılarından, hesaplaşmalarından ve çöküşünden kaçış arayışı olarak düşünülmemeli çünkü Ali’nin peşinde olduğu, kendisi hangi topluma ait olursa olsun, ancak yabancı yerlerde mümkün olabilecek köksüz bir özgürlük arayışı. Tabii romanda felsefi anlamda bir sonuca veya yanıta varmaktansa soruyu sormak hedeflendiği için, bu arayış net bir sonla bitmiyor.

Ali’nin arayışıyla ilgili, Litera Edebiyat’ta yayınlanan bir inceleme yazısındaki tespitten de bahsetmek isterim: Ali ile hayatına dahil olan karakterler arasında, Ali Afife’nin yarım bir mektupla ortadan kaybolması ardındaki gizemi, rüyaları, Afife ile İstanbul’daki eski yaşantısını hatırlayışları ve yayınlamayı düşünmediği Rus hikayesini yazışı sürecinde ararken, Murakami’nin sıradışılık ve yalnızlıkla örülmüş karakterlerinin arasında hissedilen, söze çok da dökülemeyen bağa benzer bir bağ kuruluyor. “Şimdi Anastasia’yla bu odada havada asılı kalmış bir su zerreciği gibi dururlarken, Behman, Afife, Anastasia ve Ali arasında dördünün de ruh yapılarında mevcut olan ortak noktalar birleşerek sanki görünmez bir bağ oluşturmuş gibiydi” (s. 395).

Ali’nin yarattığı Sergey Andreyev Kuruzkov adlı 19. yüzyıl karakteri de Ali gibi “boşluğu kapatmak” için “anlam arayışı”nda olan bir karakter fakat bulunduğu konum ve çağ itibariyle, bu arayış daha karanlık (belki de bir entellektüel için daha aydınlık) bir tarihi anda sürmekte. Sergey ait olduğu aristokrat sınıfı aşamayan, gerçek ve yeni bir toplum hayalini elindeki gerçeklikle gerçekleştiremeyeceğini kavradığı anda köylülere küsen ve ölümsüzlük hayalinden de vazgeçen bir karakter. Ali Sergey’in ruh buhranlarında kendi ruhundan izler yanstıyor diyebiliriz.

seda unsar 2

Felsefi, politik tartışmalara örnekler verebilir misiniz?

Bir Pazar Günü Buhranı başlıklı bölümde, Ali karakterinin gördüğü bir rüya içinde Aydınlanma Çağı filozofları tartıştırılıyor. Bu tartışma Akıl Çağı’nın felsefi temelleri üzerine. Kayıp Zaman bölümünde, yine bir rüya içinde, bu sefer, İslam dünyasında Aydınlanma filozofları olarak düşünebileceğimiz Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, Ömer Hayyam ile karşı statükoyu temsil eden Gazali arasındaki felsefe-din tartışmasına yer veriliyor. Özellikle, İbni Rüşd’ün Batı’da sekülerizminin yolunu açan çifte hakikat öğretisi ve Gazali’nin felsefe ve bilimsel düşünceye safsata yaftasıyla indirdiği darbe canlandırılıyor. Burada birbirine açılan en önemli üç fikirden bahsetmek istiyorum: 1- Gazali ve postmodernizm arasında kurduğum bağ, 2- Modernite ontolojisinin makro-yapısal durumlardan dolayı sağlamlaşamadığı Doğu’da bu bağın irrasyonaliteyi meşrulaştıran tehlikeli boyutu, 3-Laikliğin sadece Batı’ya (aslında böylelikle Hristiyanlığa) ait olduğunu iddia eden (liberal-muhafazakar) Oryantalist Batı paradigması.

Başka bölümlerde, Ali ile yan karakterler arasındaki diyaloglarda Oryantalizm, Batılılaşma, modernleşme mevzuları önemli çünkü bu mevzuların tartışması akademik ve entellektüel hayattaki hakim paradigmanın bir devamı değil, bir kritiği olarak ilerliyor. Bunların içinde Şengün Apartmanı’nda Ali ve bir yan karakter olan İranlı Behman arasında “Doğu’da özgür bir insan olma hali” üzerine başlayan diyaloglar benim en sevdiklerimden. Oryantalizm, literatürde, Doğu’ya modernleşmenin (sekülerleşmenin) dayatılması olarak algılanır. Benim analizimde modernleşme, 16. yüzyılda sağlamlaşan kapitalist dünya-ekonominin zaten yutmuş bulunduğu Doğu’nun halihazırda başlamış olan (ve çevreleştiği için de çarpık biçimde devam eden) altyapısal değişimine zorunlu olarak uyum sağlayan üstyapısının geçirdiği dönüşümdür. Bu anlamda, aslında “Batılılaşma” sözcüğünün kendisi dahi üstü örtülü Oryantalist bir ifadedir ve bilimsel düşünce, insanın evrensel olan merak güdüsüyle ilintili olduğundan, Batı’nın tekelinde ve sadece Batı’nın yapabileceği bir şey olarak algılanamaz. Öyle algılanması ve bu algı arzusunun dayatılması, asıl Oryantalizm’dir ve hatta biraz altını kazırsanız, bu yöndeki liberal konsensus dediğimiz şey, gayet muhafazakar bir biçimde bunu Hristiyan kültürüne dahi bağlar. Ali bu bölümde ayrıca mülkiyet hakları üzerine yükselen modern uygarlığın çarpıklığını felsefi olarak tartışırken ve böylece post-yapısalcı bir noktaya ilerlerken, bir yandan da Rousseau’nun “erdemli özgürlük” dediği kavramı ancak seküler insanın yaratabileceği, bu temeli yok edersek, (özellikle Doğu’da) üzerinde yükselecek zemin kalmayacağı gerçeğiyle yüzleşiyor. Başka bölümlerde, yine Marksizm, anarşizm, post-Marksizm, postmodernizm, Frankfurt Okulu’nun Marksizm revizyonu ve bunların Doğu’daki farklı ontolojileri ve izdüşümleri anlatılıyor.

Bulantı adlı bölümdeyse, Ali’nin yazmakta olduğu Rus hikayesinde, Sergey ve Evgeny karakterleri arasındaki tartışmanın makro-tarihi düzlemde ve felsefi açıdan yoğun olduğunu söyleyebilirim. Batı’da modern devlet Paduvalı Marsilius’un Papa’nın üzerinde güç kuran seküler yasayla kuruluşu olarak yükseliyor. Bu kuruluş, Orta Çağ birliklerini dağıtan ve öğüten bir yapı. Evgeny, anarşist bir açıdan, bu durumun anti-demokratik olduğunu iddia ediyor. Sergey ise Orta Çağ birliklerinin feodal ve dini örgütlenmeler olarak anarşizmin görmek istediği yapıya sahip olmadıkları gibi tam da Fransız Devrimi karşıtı muhafazakarların görmek istediği yapılar olduklarından demokratik sayılamayacaklarını iddia ediyor. Ali hikayeyi bu noktada durdurup bu durumun Doğu’daki izdüşümü (yani II. Mahmut’tan beri devletçi bürokratikleşme, yani rasyonel devleti inşa etme çabası ve örneğin, Ziya Paşa’nın bu çaba karşısında şaşırtıcı biçimde ayanların yanında yer alışı) üzerine düşünmeye başlıyor. Bölümün diğer kısımlarında Mevlana’dan Derrida’ya, Franz Fanon’dan Hannah Arendt’e insanlık tarihini birbirine bağlayan başka düşünceler var.

Ölümsüzlük adlı bölümde, yine Ali’nin yazmakta olduğu hikayede, insan doğası üzerine karşıt felsefi bakış açılarını somutlaştıran Rus karakterler arası diyaloglar yer alıyor. Aydınlanma Banliyölere Dahi Gidemiyor adlı bölüm ise, direkt olarak Tanrı’nın varlığı veya yokluğu üzerine felsefi bir tartışmayla açılıp devrim, devlet, din gibi kavramları farklı felsefi açılardan Ali, Behman, Afife ve Rıza karakterlerinin ağzından tartışıyor.

Son bir örnek olarak bahsetmek istediğim Aşk ve Sır bölümü var. Liberal ekonomi tarihçisi Douglass C. North 1993’te Batı Avrupa ve Amerika’da ekonomik gelişmeyi Sanayi Devrimi’yle bağlantılı olarak açıklayan ve ekonomik gelişmede mülkiyet hakları ve kurumların etkisini anlatan kurumlar teorisi (ya da kurumsal yapı diye de anılır-institutional theory veya theory of institutions veya theory of institutional structure vb) ile ekonomi bilimine yeni bir katkıda bulunduğu için Nobel Ödülü almıştı: Tam olarak ifade edecek olursak, ekonomik teori ve nicel yöntemleri ekonomik ve kurumsal değişimi açıklamaya uygulayarak ekonomi tarihi araştırmalarında yeni bir araştırma yolu açtığı için.

Ben doktora tezimde bu teorinin felsefi bir kritiğini Doğu’ya, Osmanlı’ya bakarak yapmıştım. Tezimin literatüre katkısı, sekülerizmin, (Osmanlı’nın) kapitalist dünya-ekonomiye entegre oluş sürecinde, mülkiyet hakları yapısındaki değişimle, bir hedeflenmeyen ya da aslen niyet edilmemiş sonuç (bu ifade aslında kendi içinde anlamı olan ve ekonomik teorinin bir jargonudur: unintended consequence) olarak ortaya çıktığı fikriydi. Romanın açılışında tezimi anlatırken neo-Marksist sosyal bilimci Immanuel Wallerstein’in dünya-sistemleri teorisiyle, tezimde geliştirdiğim North kritiğini harmanlayarak; Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılda sağlamlaşan kapitalist dünya-ekonomiye çevre olarak eklemlenmesi sürecinden bahsediyorum. Bu süreçte farklı gelişen sınıf yapıları, imparatorluk içinde farklı evrilen Müslüman ve Hristiyan topluluklar ve Batı-Doğu arasındaki ontolojik/epistemolojik farklardan mütevellit yapısal durumları değerlendiriyorum. Ayrıca, makro-tarihi anlamda cumhuriyet devrimi büyük bir kurumsal değişim ve dönüşüm gerçekleştirerek verimli kurumsal yapıyı (burada hem ekonomik altyapı hem politik, kültürel üstyapıdan bahsediyoruz) kurmuş olduğu halde, devrimin yarım kalması ve karşıdevrim süreçleriyle birlikte, Osmanlı’nın yeniden-dağıtımcı, patrimonyal yapısının bugün tekrarlayan görüngülerine işaret ediyorum. Burada verimli veya yeniden-dağıtımcı kurumsal yapı ifadeleri North’un teorisinden gelirken, altyapı-üstyapı ifadeleri Marksist terminolojidir. Yani hem ontolojik hem epistemolojik anlamda Marksist ve liberal teorileri daha holistik, bütünsel bir bakış için birleştirmiş oluyorum. Tabii bu bölümde “sanat için sanat” veya “insan özgür müdür yoksa özgür olmama durumunu ifade edemediği için özgür olduğunu mu düşünmektedir” gibi başka felsefi tartışmalar, devamında “Amerikan Rüyası ve Kabusu” ya da çifte emperyalizm olarak adlandırdığım başka politik fikir ve mevzular da var.