UMUT ÖZ

1979’daki devrimin lideri Humeyni’nin adını taşıyan uluslararası havaalanı belki de tarihinin en kalabalık günlerini yaşıyor. Binlerce İran’lı ülkeyi terk etmenin telaşıyla bu küçük havaalanını tıka basa doldurmuş. Sabahın ilk saatlerinde Türkiye’ye sefer yapan uçakların neredeyse hepsi, yurt dışına çıkma imkânı olan bu İranlıları taşımak için bekliyor. Uçaktaki -sanırım- tek Türk olarak yolcuların asık yüzlerinin oluşturduğu ağır havayı dağıtmak için kabin görevlileriyle şakalaşıyoruz, Türkçe konuştuğumuzu görünce “Türkçeyi nereden öğrendiniz?” diye soruyorlar. İstanbul’a iner inmez internete ve sosyal medyaya kavuşan yolcular, kafalarını telefonlarına gömüyor. Örtülerini atıp asıl imajlarına bürünen kadınların aralarında olduğu kalabalık, Avrupa ülkelerine geçmek için transfer deskine yöneliyor.

Geçen haftaya dönersek günlerdir ülkede internet kısıtlı. Göstericilerin toplanmalarını önlemek için ne Whatsapp, ne de Instagram çalışıyor, Telegram yıllardır filtreli. İnternetli zamanlarda bile Türk gazetelerine ulaşmanın zaten imkanı yoktu. Eylül’ün 23’ünde başlayan bu ağır atmosfer içinde iyi şeyler arıyorum. Dünyanın hiçbir yerinde yaşanamayacak bu internet kesintisinin bir nimet olabileceğini kafamda kuruyorum. Dijital diyet yapmak isteyenler için bulunmaz bir fırsat. Gösteriler başladığından beri uluslararası telefon görüşmesi yapmak da her zaman mümkün olmuyor. Aradığınız bir numarayı çevirdiğinizde operatör size ezan sesi dinletiyor. İran’da bulunduğunuz süre içinde tamamı devlete ait olan televizyonlarda protestolardan doğal olarak hiç bahsedilmiyor. Bunun yerine rejimi destekleyenlerin şehirlerin meydanlarındaki toplantılarını görebiliyorsunuz, ancak bu kalabalıkların niye toplandığını kimse anlatmıyor. Anlaşıldığı kadarıyla birlik ve beraberlik mesajları veriliyor.

iran 2

85 milyonluk İran’ın şehirlerinde gündüz hayat olanca hızıyla akıyor. Gidenler bilir, Batı’nın yaptırımları dolayısıyla araçların yaş ortalaması 25 civarında. Bütün araçlar, aynı anda taksi olabiliyor. Motosiklet taksiler, her an hizmete hazır. Trafik genelde kendi kurallarıyla işliyor. Ülkenin parası son yıllarda neredeyse 10 kat değer kaybetmiş. Ancak her şeye rağmen insanların sıcakkanlılığı ve misafirperverliği, hiçbir dünya ülkesinde bulamayacağınız türden. Ülkedeki kapalı rejimin en çok takdir edilecek yanı, kapitalizmin tabelalarının ülkeye girememesi. Türkiye’de olduğu gibi her köşe başında ne McDonald’s, ne de Starbucks var. Adidas ve Nike’ın İran versiyonları dükkanlarda satılabiliyor. Ünlü logosuyla Apple marka ayakkabı bile bulmak mümkün.

Ancak akşam 18.00’e doğru şehirlerde başka bir hareketlilik başlıyor. Aynı anda ülkenin bütün şehirlerinde, konusu 1950’lerde geçen İran’ın ünlü Şehrazad dizisindeki Musaddık’ın devrildiği günlerdeki çatışma sahneleri gerçek oluyor. Akşama doğru şehirlerin meydanlarını rejimin asker ve polisi dolduruyor. Onlarla birlikte bütün iletişim kesintilerine rağmen organize olup siyah tişörtler giymiş gençler akın ediyor. Tahran’ın ünlü Tecriş meydanında tarihi pazar yerinde alışveriş hızlanırken hiç alışık olunmadığı şekilde dükkanlar gündüz vakti birer birer kapanıyor. Polis, cadde kenarlarındaki seyyar tezgahlarda her türlü şeyi satan satıcıları oradan ayrılmaları için zorluyor. Ara sokaklardan çıkarak toplanan gençler rejim aleyhinde seslerini yükseltmeye başlıyor. “Bişaref” sloganının “şerefsiz” demek olduğunu yanımdaki İranlı arkadaşımdan öğreniyorum. Ardından “Diktatör defol” anlamındaki sloganlar geliyor. Genç kızların, ahlak polisinin baskısı yüzünden yarım örttükleri örtülerini havada salladığı görülüyor. Bunun üzerine polis mi asker mi olduğu belli olmayan üniformalılar, gençlerin arasına coplarla dalıyor. Ardından ağır bir gaz kokusu ve plastik mermileri atan silahların sesleri dolduruyor caddeyi. Kalabalık, hızlıca ara sokaklara dağılıyor. Protestocular, yüzlerine tuttukları çakmaklar ve içtikleri sigarayla gazın etkisini geçirdikten sonra tekrar caddeye dönüyor. Cadde boyunca kovalamaca devam ediyor. Bu tabloda eksik olan unsur, çevrede hiçbir kameranın, fotoğraf makinesinin bulunmaması. Çünkü ülkedeki medyanın tamamı devlet kontrolünde. Ülkede özel radyo ve televizyon bulunmuyor. Özgür medyanın önemini bir kez daha anlıyorum. Bunlar yaşanırken otelden çıkmadan resepsiyondaki görevlinin ikazını hatırlıyorum: Akşam caddelere çıkmayın, savaş var.

Bütün dünyadaki şehirlerin nabzını tutan taksi şoförleri, Tahran’da ağız birliği etmişçesine rejim karşıtı. Yabancı dil bilmeseler de yaşı yetmişin üzerinde olanlar “Şah zamanında her şey çok iyiydi” dediklerini Farsçayla Türkçenin ortak kelimeleri aracılığıyla anlıyorsunuz. Halkın Irak’taki gibi birlik olamadığından şikayet ediyorlar. Araçların o kadar yıpranmışlığına rağmen nasıl çalışabildiğine şaşırıyorsunuz. 40 yıldan fazla süren ağır baskılar, halkı yıldırmış. Üç yıl önce benzin fiyatlarındaki artış için yapılan protestolarda binlerce kişinin hayatını kaybetmesinin ardından, Mahsa Amini’nin öldürülmesi, yeni bir fitili ateşlemiş. İran’dayken ülkede ne olduğunu tam olarak anlamanın imkânı yok. Bunun için ülke dışına çıkmak gerekiyor.

Aynı tablo, diğer şehirlerde olduğu gibi İsfahan’da da Reşt’te de her akşam tekrar ediyor. İsfahan’daki 400 yıllık Siosepol (33 ayaklı) köprüsünün iki başında bu defa turistler değil, polis ekipleri bekliyor. Bu mevsimde kurumuş Zayanderud ırmağının üzerindeki köprü, göstericilerle polisin kovalamacasına ev sahipliği yapıyor. Kuzeydeki yeşillikler içindeki Reşt şehrinde, Yeşil Meydan’da akşamları aynı protestolar tekrarlanıyor.

Totaliter mollalara isyan eden gençler, ülkedeki baskıcı rejimin değişmesini, özgür bir İran’da yaşamayı istiyor. Kısa vadede bunun gerçekleşmeyeceğini onlar da biliyor. Ancak, bu demir yumruk altında şimdilik yapabildikleri tek şey bu.