10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği Başkanı Avukat Mehtap Sakinci Coşgun, dört yıl önce hayatlarının değiştiğini belirtiyor ve "Tekrar tekrar bu kadar ucuz ölümler, bu denli kolay kitlesel katliamlar yaşanmasın diye mücadele ediyoruz. Eğer 10 Ekim Katliamı’nı sindirirsek yarın başka başka ölümler pusuda bizi bekliyor olacak" diyor.

103 kişinin yaşamını yitirdiği ve yüzlerce insanın yaralandığı 10 Ekim Katliamı'nın üzerinden, bugün tam 4 yıl geçti. IŞİD saldırısı sonucu 2015 yılında hayatını kaybedenler, her ayın 10'unda olduğu gibi bugün de katliamın gerçekleştiği Ankara Tren Garı'nın önünde saat 10.04'te anıldı. 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği Başkanı Avukat Mehtap Sakinci Coşgun, anma öncesi sorularımızı yanıtladı. Yaklaşık dört yıl önce söz verilen ancak hala dikilmeyen anıt hakkında konuşan Coşgun, "O gün Keçiören'de bulunan Adli Tıp Kurumu’nun önünde etrafta bulunan binalardan oyun havaları sesi, havai fişek sesleri duydu bu insanların aileleri. O ayıbın telafi edilmesi lazım. O gün biz Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne dair, Keçiören Belediyesi’ne dair bir tane bile cenaze aracı görmedik. Cenaze arabası bile tahsis etmeyen Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin de Keçiören Belediyesi’nin de  Ankara’nın da anıtı yapmaya borcu var" dedi. Katliamda aynı zamanda eşi Uygar Coşgun’u kaybeden Dernek Başkanı Coşgun'un sorularımıza verdiği yanıtlar ise şöyle:

"HAYATINI KAYBEDEN İNSANLARI TERÖRİST GÖSTERMEYE HAKLARI YOK"

Dört yıldır katliamda hayatını kaybedenlerin yakınları olarak bıkmadan, büyük bir sabırla mücadele veriyorsunuz. Yeri geldi derneğiniz kapatıldı, yeri geldi bir çok baskı ile karşılaştınız. Yaşadıklarınızı bu süreçte değerlendirecek olursanız neler söylemek istersiniz?

Bize 5233 kapsamındaki haklar bile 4 yıl geçmesine rağmen verilmiş değil. Aynı zamanda bu sürecin de sürüncemede bırakılması deyim yerindeyse kanırtılması gösteriyor ki hep terörize edilen hep ötekileştirilen tarafta olmaya devam etmişiz. Bunu kabul etmiyoruz. Bu ülkede vergi ödeyen insanlarız. Bu ülkede hak savunucusu olarak her zaman insanlığın ve doğrunun yanında olan insanlarız. Hayatını kaybeden hiçbir insanı, kimsenin terörist olarak göstermeye hakkı yok. 10 Ekim katliamı bu kadar basit bir şey olsaydı devlet 3 gün yas ilan edemezdi. İktidar demiyorum, devlet 3 gün yas ilan etmiştir. Bütün dünya devlete taziye dileklerinde bulunmuştur ve IŞİD’in aslında uluslararası bir dert olduğunun paydasında buluşulmuştur. Hayatını kaybeden insanlar ile ilgili kimin sorumluluğu varsa kamusal olarak bunu ya nakden yine yasa çerçevesinde, ya da bunu manen ödemek zorunda bırakılmalıdır. Temel haklar var, ölenin hakları var. Bu anlamda aileler olarak haklarımız neyse peşine düştük. Kimsenin bize lütfetmesi gerekmiyor bu hakları, bunlar zaten bizim. Bu ülkede kamusal alanda insanları ötekileştirmek iktidardakilerin, meclistekilerin, devleti yönetenlerin asla yapmaması gereken bir şey olmalı. Bu yapılması gerekenlerin, yapılmaması nedeniyle başından beri bu kadar kötü hissetmemizin bir anlamı yok. Bu yapılanlar sadece bizim öfkemizi büyütüyor. Bugün 4 yıldır insanlar aynı noktadalar. Bugün iktidar, 4 yıldır intikam duygusuyla hareket etmemiş bir kitleyle karşı karşıya ve bunun da farkında.

"EVİNİN İÇİNDEN BİR SESİ, KALBİNDEN EVLAT KOKUSUNU KAYBETMİŞ İNSANLAR  HİÇBİR ŞEYDEN KORKMAZ"

Ancak bir taraftan yine KHK’lar ile işinden edilen, yine sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek tutuklanan, gözaltına alınan ailelerimiz oldu. Bugün yine bu süreçleri takip eden, en önde takip eden bizler terörize edilmeye, bir takım yalan yanlış istihbari bilgilerle yıldırılmaya çalışılıyoruz. Ama bu bizim kendi yaşam gerçeğimizi ve geçmişimizi lekelemeye yetmeyecek. Hiç kimsenin de bu noktada gücünün yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu kadar basit değil ve biz adalet mücadelesiyse sonuna kadar bu sürecin parçasıyız. Şunu da unutmayalım; evinin içinden bir sesi, gönlünden bir nefesi, kalbinden bir insanın evlat kokusunu, anne baba sevgisini kaybetmiş insanların bir şeyden korkmaları da zaten imkansız. Bu kadar kayıpları olan insanları neyle tehdit edebilirsiniz, neyle korkutabilirsiniz ki? Bende içlerinden biri olarak söylüyorum, katliamda eşini kaybeden bir insan olarak söylüyorum; hiçbir şekilde ne paranın, ne tazminatın bu saatten sonra hiçbir maddi gücün ya da bize devlet eliyle, iktidar eliyle verilecek hiçbir payenin nezdimizde bir hükmü yok. Bu yürek işidir, bilek işi falan değildir. Biz bileğimizin gücüyle zor kullanarak, illegal süreçler işleterek var olmaya çalışmadık, olmayacağız. Bu bizim yöntemimiz, bizim tarzımız ve bu tarza bu sisteme alışmak zorunda ve alışmak zorunda ki tekrar tekrar bu kadar ucuz ölümlerle bu kadar basit ve bu kadar kolay kitlesel ölümleri tekrar yaşamaya maruz kalmayalım.

"21. YÜZYILDA ANKARA'NIN GÖBEĞİNDE HİÇBİR AİLE CANLI BOMBALARIN ÇOCUKLARINI ÖLDÜRECEĞİNİ DÜŞÜNMEMİŞTİR"

Hayatını kaybeden insanların tek tek yaşamlarına baktığımızda her birinin ilk kaybı olmadığını görüyoruz. Maraş’ta yakınını kaybeden bir insan bugün 10 Ekim’de ölüyor. Gezi olaylarında çok yakınını kaybeden yine 10 Ekim’de ölüyor. Çorum Katliamı’ndan ailesi sağ kurtulmuş bir insan ya da Çorum Katliamı’nda hasbelkader yaralıyken yaşama tutunmuş bir insanın ailesi burada yaşamını yitiriyor. Sivas Katliamı’nın içinden geçmiş birisi yine 10 Ekim Katliamı’nı görüyor. Yine aynı cephede olan ve aynı saftaki insanlar ölüyor. O yüzden bugün bize kimse “bunu sindir hayatına devam et” demesin. Eğer biz 10 Ekim Katliamı’nı sindirirsek yarın başka başka ölümler pusuda bizi bekliyor olacak. Benim eşimin ailesi yani Uygar Coşgun’un ailesi 80 ihtilali öncesi üniversite hayatları olan, aslında bir mücadelenin içinde olan insanlar olarak çok fazla yakınını kaybetmiş, arkadaşını kaybetmiş insanlar. Dönemin, konjonktürün getirdiği dezavantajları yaşamış insanlar ve hiçbir zaman çocuklarını 21’inci yüzyıl da Ankara’nın göbeğinde 2015’te canlı bombaların parçalayarak öldüreceğini düşünmemişlerdir. Bu olay çok ağır bir yerde duruyor. Bugün yapacağımız bir mücadelenin, muaccel bir kötü geleceğin de aslında önüne geçmek anlamına geldiğini düşünüyorum. Bugün bunun önüne geçmezsek ölümler çok sıradanlaşacak. “İnsanlar mı ölmüş tamam ya" deyip geçeceğiz, televizyonun kanalını değiştireceğiz, duyarsızlaşacağız, insanlığımızdan kaybedeceğiz. İnsan olmaya dair erdemlerimizden vazgeçeceğiz ve bu süreçlerde vicdansız canlılara dönüşeceğiz. Yani komşumuz öldüğünde duyarsızlaşacağız. Önümüzde birileri vurulduğunda arkamızı dönüp gideceğiz. Herhalde bu insanlığın başına gelebilecek en kötü şey olacak. Böyle olmayacağız. Yani ahir ömrümüzde, çok kısa ömrümüzde biz insan kalmayı başaracağız. Biz hayatını kaybedenlerin aileleri olarak insan kalmak adına içimizde ki öfkenin nefrete ve kine dönüşmemesi adına mücadele veriyoruz. Bu mücadelenin takdir göreceği yerde, bu mücadelede de emek harcayan insanların terörize edilmesi bugün bizi açıkçası daha da fazla öfkenin içinde olmaya zorluyor. Sabrımızı zorluyor ancak daha fazla mücadele etme isteği doğruyor.

"MELİH GÖKÇEK TALEPLERİMİZİ GÖRMEZDEN GELDİ"

Katliamın ardından Ankara’da dönemin yöneticileri tarafından bir çok noktaya milyon liralık kapılar, ANKAPARK ve AVM’ler yapılırken Türkiye’nin tarihi boyunca gördüğü en kanlı katliam için söz verilen bir anıt bile dikilemedi. En son CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun anıt hakkında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’a talimat verdiği ifade edildi. Şu an durum nedir? Bir uluslararası fikir ve proje yarışmasıyla 6-7 aylık kısa bir zaman diliminde artık anıt konusunu netleştirmek istiyoruz. Bu ülkede yeniden havalimanı inşa ediliyor ve bir gecede taşınıyor, bu ülkede yeniden köprü yapılıyor. Bir kıta diğer kıtaya bağlanıyor. Biz anıt yapılması noktasında, ‘belediye bu iş için çaba göstersin’, ‘belediye bunun için bir süreç işletsin’, kısacası oraya ‘bir eser bıraksın bizde bunu alkışlayalım’ hiç demedik. Bu süreçte her zaman bizim ortaklaşabileceğimiz ve ortaklaştığımız bir anıtın, bizim yine öznesi olduğumuz, hayatını kaybeden insanların yine öznesi olduğu bir şey istedik. Hatta çevre düzenlemesi dahil bir alan adı değiştirilmek suretiyle de yeniden revize edilecek plan ve proje talep ettik. Çünkü bu bölge büyükşehir belediyesine ait bir noktada duruyordu ve buradaki yetki yine Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaydı. Bundan önce dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından ise kesinlikle bu taleplerimiz görmezden gelindi. Biz sadece oradaki süreci işletmek istiyorduk ve belediyenin de üzerine düşen neyse yine “Ankara halkından aldığı vergilerle”, yine Ankara şehrine damgasını vuracak bir sürecin finanse edilerek ortaya koyulmasıydı. Bakın finans kısmı o kadar önemli değildir ama oraya icazet göstermesi noktasında bir sorun yaşadık. Çünkü bir projelendirmeyle ya da bir yarışma usulüyle ortaya koyulacak bir eserimiz olsaydı bile icazet gösterilmemesi halinde yine verdiğimiz emeklerin boşa gitmesi söz konusuydu.

"BİZ BU ACI İLE YAŞAMAYI ÖĞRENMEYE BAŞLADIK"

31 Mart seçimlerinden sonra bütün Ankara halkı olarak biz yerel seçimlerde inanılmaz bir çaba gösterdik. Bu çabamız takdire değerdi. Oy vermekse, desteklemekse, sistemi AKP’li bir büyükşehir belediyesinden CHP’li bir büyükşehir belediyesine dönüştürmekse üzerimize düşeni yaptık. Bundan sonra hem seçmen olarak hem Ankara halkı olarak hem de hayatını kaybeden 103 insanın hatırasına saygı göstermek zorunda olan bir idari kurum olarak anıt dikilmesini bekledik Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan. Ancak süreç sürüncemede kalıyor;  bir takım yollar kat edilemiyor, kat edilebilecek gibi de görünmüyordu. Bununla ilgili de Sayın Kılıçdaroğu’nun anıt noktasında bize hep başından beri bir sözü olmuştu. Ailelerin en temel taleplerinden biri olmuştu ve bize şahsi bir sözü de vardı. Tabi ardından biz bunu anlattığımızda kabul gördü talebimiz. Kendi partisi içerisinde bu süreç aşıldı. Şu an yarışma usulü ile uygulama sürecinin başladığını da duyurduk. Yakın zamanda bir anıtla buluşacağız. Bu kadar emeğe, bu kadar çabaya, bu kadar yıpranmaya değecek bir anıt, içimize sinecek bir anıt oraya koyulacak. Bunu göreceğiz. Yani yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Çok şey yapıyoruz, çok konuda çaba gösteriyoruz ve yılmıyoruz. Bunu hallettikten sonra yeni işlerimize bakacağız, vakıflaşma süreci gibi. Bu devam edecek ve bitmeyecek. Çünkü bu bitebilecek bir süreç değil. Bu anlamı ile gerçek adalet ne zaman gelecekse biz de o zaman “bu iş bitti hadi içimiz rahat olsun” diyeceğiz. Acımız zamanla geçecek bir acı da değil. Bunun bir zamanı da yok. Yani 10 yıl geçince biz daha iyi hissetmeyeceğiz. Ya da 30 yıl geçince biz huzura ermeyeceğiz. Kaderimizde zaten şu var: Biz bu acıyla yaşamayı öğrenmeye başladık ve biz bu acı ile öleceğiz mücadele eden insanlar olarak. Ancak bir şeyler yaptığımızda huzurla uyuyabiliyoruz. Vicdanlarımız o yüzden rahat edebiliyor. Şu an Ekim ayının birinci gününden sonuncu gününe kadar ben ağlama krizleri geçirmiyorsam, bu acıya katlanabiliyorsam insan olarak o da bununla ilgili, elimden geleni yaptığımı düşünmemle ilgili.

"ANKARA'NIN, CENAZELERİ PARE PARE GİDEN İNSANLARA BORCU VAR"

Kısacası artık 10 Ekim Katliamı’na dair anıt dikiliyor o halde? Uluslar arası proje ve yarışmamızda bir jüri sistemi var. Gerekirse bunu demokratik olarak bütün hayatını kaybedenlerin ailelerine ve yaralıların tamamına, dernek üyelerimin tamamına projeye katılanları sunacağız. Diğer kurumların kendi içerisinde oluşturduğu en son bire indirdiği bir eserden doğru bir proje kabul edilecek. Ardından kabul edilecek projenin maliyet hesabını çıkartacağız. Belediye ile konuşacağız ve belediye bu maliyeti kabul edecek. Bu sürecin sonunda da biz anıtı oraya dikmiş olacağız. Yani sonuç itibari ile bu bizim işimiz. Ben 35 yıldır Ankara’da yaşıyorum. Doğma büyüme Ankaralıyım. Ben Ankara halkıyım yani buna borcu var belediyenin. Ankara’ya il dışından gelip, hayatını kaybedip cenazeleri pare pare giden insanlara borcu var. Ankara’nın borcu var. O gün Keçiören'de bulunan Adli Tıp Kurumu’nun önünde etrafta bulunan binalardan oyun havaları sesi, havai fişek sesleri duydu bu insanların aileleri. O ayıbın telafi edilmesi lazım. O gün biz Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne dair, Keçiören Belediyesi’ne dair bir tane bile cenaze aracı görmedik. O yüzden Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin de, Keçiören Belediyesi’nin de kümülatif olarak Ankara’nın, cenaze arabası tahsis etmeyen o Ankara’nın anıtı yapmaya borcu var. Bugün burada kimlere nelerin yapıldığını tartışacaksak eğer, 10 Ekim Ankara Garı’nda hayatını kaybedenlere hiçbir şey yapılmadı. Zaten  ne yapılırsa yapılsın az olacağını da çok net söylüyorum. Bugün büyükşehir belediyeleri özellikle AKP döneminden devralan CHP’li büyükşehir belediye başkanları oturup maliyet hesabı yaptıklarında; nelerin nerelere harcandığını tek tek anlattığında ben bir seçmen olarak, bir vatandaş olarak oturup şunu düşünüyorum: Yani biz bu ülkenin üvey evlatları olarak kalmayacağız. Biz bu ülkede eşit vergi ödeyenler, bu ülkenin kalkınması için çaba gösteren insanlar, biz bu ülkede iyiye güzele dair bir şey inşa etmek isteyen insanlar olarak her zaman hakkımız olanı almak zorundayız. Maalesef hakkımızı iddia ettiğimiz sürece bir hakkımız var ve biz bu hakkı talep ediyoruz. Bu hak doğrultusunda birilerinin fatura ödemesi gerekiyorsa o faturayı onlarda ödeyecekler sadece biz ödemeyeceğiz. Eğer Ankara Garı önüne bir kan dökülmüşse, bir damla olsa dahi o kan; o kanın bir bedeli olacak.

"HİÇBİR AHLAK, HİÇBİR DİN, HİÇBİR SİYASİ ALGI İNSANLARIN 10 EKİM KATLİAMI'NDA ÖLMESİNİ KABUL EDEMEZ"

Peki, Ankara Garı önünde sembolik olarak dikilen anıta dair aralıklı zamanlarla saldırı ve yazılama oluyor. Gördüğümüz kadarıyla oraya dair bir zarar verme isteği var. Sizce bunun nedeni nedir? Eğer kin ekerseniz mutlaka nefret biçiyorsunuz. Nefret ektiğinizde de kin biçiyorsunuz. Aslında bu bizim yani 10 Ekim ailelerinin terörize edilme sürecinin tam olarak karşılığına düşüyor. Halkın galeyana gelmek için çok fazla bir şeye ihtiyacı yok. Bu zamana kadar ölen insanların sosyal medya hesapları üzerinden ‘şu teröristti’, ‘yok bu böyleydi, yok şu şöyleydi’ ya da ‘zaten doğuluydular’ gibi şeyler söylendi. Ancak Ege’den, Marmara’dan, Karadeniz’den, Doğu Anadolu’dan, İç Anadolu’dan Akdeniz’den kısacası her bölgeden hayatını kaybeden insanlar var. Bu kadar ölen insanın, ölmelerini fırsat bilecek şekilde bunlarla ilgili bir karalama politikası oluşturmanın iyi ya da kötü, herkeste olmasa bile kısmen işe yaradığını ve bunu amaçlayanların da aslında işlerine geldiğini görüyoruz. İnsanların orada ölmelerinin iyi bir şey olduğunu hiçbir ahlak, hiçbir din, hiçbir inanış, hiçbir siyasi algı kabul etmemeli. Benim değer yargılarıma göre hiç kimsenin ölmesi, hiçbir anlamda kabule şayan değil. Hatta bazen ‘iyi ki de öldüler, iyi ki de katledildiler’ yorumları da yapılıyor. Ben, kendini tatmin etme duygusuyla hareket etmiş birkaç zavallı güruhun olduğunu düşünüyorum saldıranların. Saldıranların güvenlik kamera görüntüleri, yine güvenlik şube tarafından teslim edilmiyor. Biz şikayet ediyoruz ve sonra ‘kimi kime şikayet ediyoruz’ noktasında bir kısır döngü yaşıyoruz. Bize ‘siyah kıyafetliler, yok kapşonlular, yok karanlıktı, görülmüyorlar’ gibi şeyler söylendi. Biz daha öncesinde orada uluslararası anlamda ses getirmiş bir katliamın yapıldığı mahalde "güvenlik kamerası net görmüyordu” cevabını artık ciddiye almıyoruz. Şu noktaya geldik, “Acaba biz buraya nöbetçi mi bırakalım?”, “Biz burada oturma eylemi mi yapalım, biz ne yapalım?”. Bazen polisin bizimle karşı karşıya gelmek istediğini de düşünüyoruz. Ama Türkiye’de artık bunun farkında ve bilincinde olan insanlarız. Polisle karşı karşıya kalmayı amaçlamıyoruz, hedeflemiyoruz ve bunun içim müzakereler, daha modern çözüm yolları seçmeye çalışıyoruz. Gerçekten sıradan vatandaşın şunu anlaması gerekiyor. En yalın dil ile anlatıyoruz. Mesela biz anma yapmak istiyoruz ve anmaya gelen kitlemize diyoruz ki ‘bayrak, flama ya da siyasi duyguyu anlatacak hiçbir şey istemiyoruz’, ‘sıradan, basit ve en yalın hali ile bir anma yapmak istiyoruz’ diyoruz. Bakın anmaların hiçbiri 1 Mayıs gibi büyük stantlar kurularak, büyük ses araçları kullanılarak, büyük büyük etkinlikler şeklinde oluşturulmuyor. En mütevazi, en yalın hali ile anma yapma taleplerimizi anlatmaya çalışıyoruz. Valilikten randevu alıyoruz. Normalde valinin bizi çağırması gerekirken, biz valilikten randevular alıp süreci işletmeye çalışıyoruz. Yani en kolayı orada gidip savaşmak, polis ile karşı karşıya kalmak. Aslında ilginç ama kötü tarafı da şu: Ancak böyle olduğu zaman akşam haberlerinde bir yer bulabiliyorsunuz 10 Ekim süreci kapsamında. Ben artık insanlarımızın, ailelerimizin, bu kitlenin zarar görmesini istemiyorum. Yani bir insan olarak da, dernek yöneticisi olarak da artık kıllarına zarar gelsin istemiyorum. Türkiye’nin her yerinden çıkıp çıkıp gelen acılı insanların böyle yüksek sese dahi maruz kalmalarını istemiyorum. Bu yüzden yaptığımız mücadelede böyle bir dert var. Yoksa bir korku yok. Aslında bir bakıma da kriminalize edilmeye çalışılıyorsunuz. Bir bakıma muhatap olduğunuz kitle de sizin bir açığınızı yakalamaya çalışıyor, sizden doğru bir sıkıntı bulmaya çalışıyor. Ama 4 yıl oldu. Bir sıkıntı bulacakları ya da bize bir şeyin yaftasını yapıştıracakları, bizi tırnak içerisinde “terörist” ilan edecekleri bir süreç olmadığı için de bu süreçlerde varlığımızı sürdürmeye devam ediyoruz.

"BİZ ONLARDAN DEĞİL, ONLAR BİZDEN KORKUYOR"

Her yıl yapılan anma etkinlikleri sırasında pek çok zorluk yaşıyorsunuz. Polisler, arama noktaları, tehditler vs... 10 Ekim sürecinde pek çok siyasi gruplardan arkadaşların aslında çok da tanınan Ankara’da Güvenlik Şube’nin bildiği arkadaşlar ile ilgili suç duyuruları, polise mukavemetten davalar vs. açıldı ama ailelere ya da yaralılara karşı açılmış herhangi bir şey yok. Fakat işte ne kadar gaz sıkarsak, ne kadar plastik mermi sıkarsak kardır duygusuyla, öfkeli bir kitleyle anma sabahlarında karşı karşıya kalıyoruz. Sanki Valilik ile hiç görüşmemişiz, sanki daha önceden gerek Güvenlik Şube’yi gerek diğer ilgili birimleri haberdar etmemişiz sanki biz emrivaki yapmışız gibi bize karşı  ‘biber gazı sıkma’, ‘plastik mermi sıkma’ hatta yeri geldiğinde de ‘ateşli silah sıkma’ emri verildi. Ama bunlar aileleri caydırmaz ancak daha geniş kitlelerin alana o gün gelmelerinin önüne geçiyor; onlar için korkutucu ve caydırıcı oluyor. Böylece insanları daha sindirmenin, korku imparatorluğu yaratmanın karşılığını da almış oluyorlar. Hedeflenen şey eğer kitleyi bölmek, sayıyı azaltmaksa hedeflenen şeye ulaşılıyor kısmen de olsa. Ancak biz çok büyüğüz. Bir taraftan da bardağın dolu tarafından bakınca “Demek ki bizi önemsiyorlar, demek ki biz onlar için bir güç odağı haline gelmişiz” diye düşünüyoruz ve bunu da kabul etsinler gücümüzden korkuyorlar. Biz onlardan değil, onlar bizden korkuyor.

"HAYALSİZ BİR GELECEĞE MAHKUM EDİLDİK"

Bugün katliamın üzerinden tam 4 yıl geçti. Buna dair söylemek istediğiniz şeyler var mı? Dört yıl uzun bir zaman dilimi. 48 ay önce, 10 Ekim günü hayatımızın değiştiğini kabul ediyoruz artık. Hepimizin hayatları değişti, çoluğumuzun çocuğumuzun hayatları değişti. Annemizin, babamızın hayatı değişti. Yakınlarımızı bile çok fazla etkileyen bir süreçti. 10 Ekim’i gördükten sonra her şey bu ülkede mümkündür diyorsunuz. Her kötülüğü, her şeri, her zulmü bekleyebiliyorsunuz. Bir kere insanların zulümsüz, kansız, ölümsüz ve katliamsız bir gelecek hayal etme haklarını ellerinden alıyorsunuz. Şu an hiç kimse bana bu ülkede bombalar patlayamaz, patlamayacak, yeniden insanlar ölmeyecek diyemez ve dese bile inandırıcı olmayacak. Eskiden yani 10 Ekim’den önce çok fazla pembe hayallerimiz vardı galiba ama şu an hayalimiz bile yok. Biz hayalsiz bir geleceğe mahkum edildik. Bunun tazmin edilme şansı yok ve dört yılın ardından her şeye alışıyormuş insan bunu görüyorsunuz. Nefes almaya devam ediyorsunuz, yaşamaya devam ediyorsunuz ama bir yandan da bu acının geçmeyeceği ile sınanıyorsunuz. Her yıl ‘bu yılda geçmedi’ diyorsunuz. Geçmesini istemediğiniz halde içinizde bir umut var her şeyi unutmak istiyorsunuz, bazen her şeye daha güzel ve iyi bakmak istiyorsunuz. Geleceğin size bir şey vadetmesini istiyorsunuz ama gelecek size hiçbir şey vadetmiyor. Daha bugün haberlerde savaş konsepti ile yönetilen bir ülkede başkaları ölürken, başkaları sahile vururken, başkaları katledilirken, başkaları yine gözyaşı dökerken sizin de çok mutlu olmak için bir sebebiniz olmuyor. Acı o kadar tanıdık ki, empati kurmadan duramıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, kendinize en büyük kötülüğü yapıyorsunuz. Acıları iç içe geçiriyorsunuz ve kendinizi yine acının parçası olurken buluyorsunuz. Bu durumu yok da sayamıyorsunuz, haberlere bakmayayım da diyemiyorsunuz. Sonuçta yaşamaya devam ederken, bütün acılar sizin acılarınız olmaya devam ediyor. Acılar katlanarak zaman da ilerliyor, 4 yıldır böyle oldu. İnanın, çok tanıdık bir acı ve bu acıyı nerede görsem, bu sesi nerede duysam yani katledilmeye dair bütün veriler hep aynı güne, aynı zamana götürüyor ve o gün orada, alanda eşimi ararken hissettiğim kokuyu hatırlıyorum. Barut, kan, et ve yanmış et kokusu.. O kokuyu hatırlıyorum. Her şey geçse bile o koku geçmiyor. Şöyle düşünüyorum: Her zaman hayatınızı zehir edecek potansiyele sahip büyük bir acıya sahibiz ve bunun olması için sadece düşünmeniz yeterli. Her şey çok iyi giderken birden bir anı, bir detay, bir koku, bir veri hayatınızı mahvedebilir. İçinizde potansiyel zehir ile yaşıyormuşsunuz gibi ve bu zehri boşaltmak için adalete ihtiyacımız var. Bir avukat olarak hep derdim ki insanların haksızlığa uğraması fikri beni çok motive ediyor bu meslekte ancak şu an bu mesleğe inanılmaz mobilizeyim. Çünkü hayatımın haksızlığı, bu ülkede ki en büyük adaletsizlik olarak karşımda duruyor. 10 Ekim davaları hayatımın tam ortasında duruyor. Sanki bu kadar süreci, bu kadar okul hayatını 10 Ekim sürecine yönelik yaşamışım. Kendimi hep buna hazırlamışım, sanki bu yüzden avukat olmuşum gibi hissettiğim zamanlar oluyor garip bir şekilde. Dolayısıyla artık hiçbir dava biri diğerinden daha önemli ya da daha büyük gelmiyor. Ben hiçbir zaman iyi ki avukat olmuşum diyeceğimi hiç düşünmezdim. Ancak davaların iç yüzünü de diğer ailelerden daha iyi bilen biri olarak çok daha huzursuzum.